Author Archives: Av. Mustafa Yolcu

Kazai Rüşt Davası

Kazai Rüşt Davası

Kazai Rüşt Davası – İzmir Avukat

Türk hukukuna göre erginlik yaşı 18’dir. Kazai rüşt kavramı ise yargı yolları ile kişinin ergin kılınmasıdır. Kazai rüşt davası ile bireyin 18 yaşını doldurmadan önce mahkeme kararıyla ergin kılınması sağlanır. Türk Medeni Kanunu m.12’de düzenlenen kazai rüşt kendi hayatını düzenleyebilecek, işlerini çevirebilecek olgunluktaki küçüğün işlerini tek başına üstlenmesini içermektedir. Küçük, kazai rüşt kararı ile ergin kılınarak bu üstlenmeyi sağlayabilecektir. Fakat kazai rüşt kararı için birtakım şartların varlığı aranmaktadır. Bu anlamda ilk olarak küçüğün kendi isteği, velisinin onayı ve mahkeme kararı gereklidir. Aynı zamanda küçüğün en az 15 yaşını tamamlamış olması, erginlik kararının küçüğün menfaatine uygun olması şartları da aranmaktadır. Küçük velayet altında değil de vesayet altında ise hem vesayet hem de denetim makamının izninin bulunması gerekecektir.

Kazai Rüşt Davası Şartları Nelerdir?

Kazai rüşt davası için gerekli şartların gerçekleşmesi halinde görevli ve yetkili mahkeme tarafından erginlik kararı verilecektir. Bu şartlardan yukarıda bahsetmekle birlikte yeniden göz atmak faydalı olacaktır. Kazai rüşt davası şartları:

  • 15 yaşın tamamlanmış olması,
  • Küçüğün talebinin bulunması,
  • Velayet altında olan küçüğün velisinin izninin alınması,
  • Vesayet altındaki küçük için vesayet ve denetim makamının izninin alınması,
  • Verilecek olan kazai rüşt kararı küçüğün menfaatine uygun olmasıdır.

Küçüğün mahkemeye başvuru yaptığı tarihte 15 yaşını tamamlamamış olması mümkündür. Burada gerekli olan, karar anında 15 yaşın tamamlanmış olmasıdır. Küçüğün isteğinin bulunması şartını; fiil ehliyetsizliğini koruyan hükümlerden faydalanamayacak olması, ebeveynlerinin bakım ve gözetim yükümlülüklerinin kalkacak olması gibi kişiliğini yakından ilgilendiren hususların varlığı gerekli kılmıştır. İstekte bulunma şahsa bağlı bir hak olduğundan küçük kendi hür iradesi ile bu kararı vermelidir. Velayet makamı olan veli küçüğün anası ile babası olacaktır. Bu anlamda ikisinin de rıza göstermesi gerekmektedir. Son şart olan menfaate uygunluk ise hakimin takdir yetkisi ile ilgilidir. Hakim diğer şartların hepsi gerçekleşse dahi hakim bu kazai rüşt kararını küçüğün menfaatlerine aykırı bulursa kararı vermekten kaçınabilir.

Medeni Kanunun 12.maddesine göre; “Onbeş yaşını dolduran küçük, kendi isteği ve velisinin rızasıyla mahkemece ergin kılınabilir.”

Yargıtay kararları da 6100 s. HMK uyarınca çekişmesiz yargı işlerinden olan kazai rüşt kararı davasında uyuşmazlığın Sulh Hukuk Mahkemesinde görülmesini öngörmektedir. (T.C. Yargıtay 17. Hukuk Dairesi Esas No:2011/13317 Karar No:2011/13407 K. Tarihi:30.12.2011) Dolayısıyla kazai rüştgörevli mahkeme Sulh Hukuk Mahkemeleridir.

Kazai Rüşt Davası Yargılama Usulü

Öncelikle kazai rüşt davasında, küçüğün nüfus kaydı istenerek on beş yaşının tamamlanıp tamamlanmadığı incelenir. Sonrasında, ergin kılınma talebinde küçüğün bir menfaatinin bulunup bulunmadığı, eğer izin verilmezse bir hak kaybı ya da zararın doğup doğmayacağı tanık ve gerekirse bilirkişi görüşüyle araştırılır. Küçüğün ayırt etme gücüne sahip olup olmadığı doktor raporuyla tespit edilir. Hakim erginliğe karar verirse aynı zamanda küçüğün hangi tarihten itibaren ergin (reşit) sayılacağını da tespit ve ilan eder.

Kazai Rüşt Davasının Sağladığı Menfaatler

Kazai rüşt davası, küçüğün menfaatine olan eğitim, vatandaşlığın kazanılması veya kaybı, okul başvurusu vb. durumlarda yasal anlamda erginlik şartının getirildiği durumlarda kullanılabilmektedir. Bir başka anlatımla kazai rüşt davası, kişiye kanunda ‘’erginlik’’ şartı aranan durumlarda fayda sağlar. Bunu dışında, kanunda bazı durumlarda ayırt etme gücü ve erginliğin yanı sıra ‘’18 yaş’’ sınırı mevcuttur. Kazai rüşt davası, bu anlamda küçüğe fayda sağlamaz. Zira kazai rüşt davası küçüğün yaşını büyütmez, mevcut yaşı ile kanun karşısında yetişkin olmasının yolunu açar. Örneğin 16 yaşındaki küçük, kazai rüşt davası ile ergin kılınabilir; fakat kazai rüşt davası ile ergin kılınmış olsa dahi evlenme yaşını tamamlamadıkça evlenemez. Yargısal anlamda verilen kazai rüşt kurucu yenilik doğuran bir haktır. Bunun anlamı ise, kesindir ve geri alınamaz.

Similar articles that may interest you;

İzmir Divorce Attorney

Address: Karşıyaka Tower No:12 Kat:9 Daire:59 Karşıyaka/İzmir

E-mail: info@efeshukuk.com

Phone: +90 553 463 7079

İcra Hukukunda Süreler

İcra Hukukunda Süreler – İzmir İcra Avukatı

İcra ve İflas Hukuku bakımından kanunda düzenlenen süreler büyük önem kazanmaktadır. Çünkü etkin bir icra takibinin yapılabilmesi için süre çok uzun tutulmamalı ve böylece taraflar uzun bir süre, bu sürecin içerisinde bulunmak zorunda kalmamalıdır. Tüm bu sebeplerle İcra ve İflas kanununda çeşitli amaçlarla düzenlenmiş olan sürelerin varlığından söz etmek gerekecektir. İcra hukukunda itiraz süresi, haciz isteme süresi, satış isteme süresi, şikayet süresi vb. iş ve işlemlerin yapılması için icra ve iflas kanununda bir takım süreler belirlenmiştir. Bu süreler taraflar için ve cebri icra organları için süreler olarak iki şekilde düşünülebilir.

A. Taraflar İçin Olan Süreler Nelerdir?

Alacaklı ve borçlu taraflar için konulmuş sürelerdir. Kanunda ilgililer için belirlenen icra hukukunda süreler hak düşürücü sürelerdir. İlgili kişiler, yapmak istedikleri işlem için kanunda öngörülen süreler içerisinde işlem yapmazlarsa o işlemden beklenen faydayı sağlama imkanını kaybetmektedir. Örneğin, alacaklı kişi borçlunun taşınmazına haciz koymuş ise hacizli malın satışını icra hukukunda süreler kapsamında 1 yıl içerisinde talep etmelidir. Alacaklı kişi tarafından icra hukukundaki süresi içerisinde hacizli malın satışı istenmez ise hacizli mal üzerindeki haciz kalkar.

B. Cebri İcra Organları İçin Olan Süreler Nelerdir?

Kanunda belirtilen diğer süreler, cebri icra organları için belirlenen sürelerdir. Cebri icra organları için belirlenen süreler hak düşürücü süreler değildir. Bunun anlamı, tarafların aksine cebri icra organlarında süresi geçtikten sonra yapılan işlemler de geçerli sayılmaktadır. Eğer söz konusu işlem bakımından kendisine bir takdir yetkisi tanınmamışsa, cebri icra organı, (örn. hakim) bu işlemi kanunda belirtilen süre içerisinde yapmak mecburiyetindedir. Ancak cebri icra organı işlemi kanunda belirtilen süre içerisinde yapmazsa bu süreler niteliği itibariyle hak düşürücü süreler olmadığından dolayı işlem hükümsüz olmayacak, aksine geçerli bir işlem olarak kabul edilecektir. Ancak elbette taraflardan biri işlemin süresi içinde yapılmamasından dolayı zarar görmüşse, bu zararın giderilmesini talep etme hakkına da sahiptir.

Sürelerin Hesabı Nasıl Yapılır?

İcra İflas Kanununda da, Hukuk Muhakemeleri Kanunu ve Türk Borçlar Kanunu’nda olduğu gibi gün, ay ve yıl hesabı belirtilmektedir. Sürelerin nasıl hesaplanması gerektiği konusu İcra ve İflas Kanunu madde 19’da düzenlenmiştir. Buna göre bir işlemin yapılması için “gün” bazında bir müddet verilmişse burada ilk gün hesaba katılmayacaktır. Eğer müddet ay ve sene bazında verilmişse, süre ayın veya senenin kaçıncı gününde işlemeye başladıysa sona ereceği ay veya senenin aynı gününde bitecektir. Ancak sürenin biteceği ayın sonunda böyle bir gün bulunmuyorsa o zaman o ayın son gününde bitecektir. Diğer bir yandan, verilen sürenin son günü eğer tatil gününe rastlıyorsa bu durumda da süre tatili takip eden günde sona erecektir. Bu süre, son günün tatil saatinde bitmiş sayılacaktır. Her işlem için kanunda ayrı ayrı süreler ve sürelerin başlama tarihleri belirtilmiştir.  Kanunda belirlenen hali ile süreleri inceleyecek ve örnekleyecek olursak:

  1. İcra hukukunda ay veya yıl olarak belirtilen süreler, ayın veya yılın kaçıncı günü işlemeye başlamış ise, biteceği ay veya yılın aynı gününde biter. Örneğin 30 Nisan 2023 tarihinde işlemeye başlayan 1 yıllık süre, 30 Nisan 2023 günü mesai bitimi saatinde biter.
  2. İcra hukukunda gün olarak hesaplanan sürelerde, ilk gün hesaba katılmaz. Örneğin 2 Nisan Salı günü tarafınıza ulaşan bir ödeme emrinde yedi günlük itiraz süresi, 3 Nisan çarşamba günü işlemeye başlar ve itiraz süresi 9 Nisan salı günü mesai bitiminde biter.
  3. Ay veya yıl olarak belirtilen bir süre, ay sonuna doğru işlemeye başlar ve biteceği ayın sonunda öyle bir gün yok ise, o ayın son gününde biter.
  4. İcra hukukunda sürelerin içerisinde kalan resmi tatil günleri süreye dahildir.
  5. İcra hukukunda sürelerin hesaplanmasında, sürenin başlamasına rastlayan tatil günleri de hesaba katılır. Örneğin cumartesi elinize ulaşan bir ödeme emrinde itiraz süresinin ilk günü pazar günüdür. İtiraz süresi pazar günü işlemeye başlar.
  6. Sürenin son günü resmi tatile denk geliyor ise süre, tatili takip eden ilk iş gününün mesai bitiş saatinde son bulur.  İstisna : İcra daireleri ve icra mahkemelerinde adli tatil hükümleri uygulanmaz.

Görüldüğü gibi, İcra ve İflas Kanununda düzenlenen sürelerin çok büyük bir kısmı icra takibinin tarafları için düzenlenmiştir. Bu süreler nitelikleri itibariyle hak düşürücü sürelerdir. Dolayısıyla işlem eğer kanunda belirtilmiş olan süre içerisinde yapılmazsa, bu süreden sonra bir daha yapılmaları olanaksızdır.

İlginizi çekebilecek benzer çalışmalarımız;

Address: Karşıyaka Tower No:12 Kat:9 Daire:59 Karşıyaka/İzmir

E-mail: info@efeshukuk.com

Phone: +90 553 463 7079

Deprem Nedeni İle İdarenin Sorumluluğu

Deprem Nedeni İle İdarenin Sorumluluğu

Deprem Nedeni İle İdarenin Sorumluluğu – İzmir Avukat

Sağlam binaların yapılmaması halinde insanların yaşamını yitireceği öngörülebilir bir gerçek. Öngörülen durumlar karşısında kişilerin ve kurumların hukuka aykırı hareket etmesini ise hukuk düzeni elbette korumayacaktır. Hukuki sorumluluk kısmında, bu yazımızda deprem nedeni ile idarenin sorumluluğu hususuna değineceğiz.

Depremin ortaya çıkardığı zararlardan dolayı birinci dereceden sorumluluk idareye (devlete) aittir. İdarenin kusur sorumluluğu olduğu gibi kusuru olmadığı durumlarda da deprem nedeni ile idarenin sorumluluğu olduğu görülmektedir. Yani idare, ağır bir hizmet kusuru olmasa bile verdiği zararlardan sorumludur. İdarenin tutum ve davranışlarından, kusurlu olmasa da sorumlu tutulmasına ”kusursuz sorumluluk” denir. Nitekim, 1999 Gölcük depreminde birçok yargı kararı ile idarenin kusuru olmadığı durumda da sorumluluğu yönünde kararlar verilmiştir. Bknz / Danıştay Kararı 11.D., 2007/6248 K.:  ‘’…Deprem kuşağındaki bölgede, deprem gerçeği veri alınarak yerleşmelerle ilgili alanların belirlenmesi, bu alanlarda yapılaşmada idarenin olumsuz eyleminin bulunması durumunda, depremin mücbir sebep olduğunun ve illiyet bağını kestiğinin kabulü olanaksızdır…’’

Deprem nedeni ile idarenin sorumluluğu için idareye karşı açılacak davalar 2577 sayılı Kanunun 13. maddesi gereğince tam yargı davalarıdır. Tam yargı davasının açılma sebebi idari eylemler olduğundan, dava açmadan önce eylemi gerçekleştiren idareye başvurmak zorunludur. Zira 2577 Sayılı Kanuna Göre: ‘İdari eylemlerden hakları ihlal edilmiş olanların idari dava açmadan önce, bu eylemleri yazılı bildirim üzerine veya başka suretle öğrendikleri tarihten itibaren bir yıl ve herhalde eylem tarihinden itibaren beş yıl içinde ilgili idareye başvurarak haklarının yerine getirilmesini istemeleri gereklidir”. Danıştay İçtihatları Birleştirme kararlarına göre de idareye başvurmadan doğrudan dava açması “idarî merci tecavüzü” sayılmakta, davanın her safhasında dava dilekçesinin ilgili merciye tevdiine karar verilmektedir. Bu sebeple dava açmadan önce başvuru yapılması gerektiğini belirtelim.

Belediyeler, vali ve kaymakamlar kendi görev alanlarına giren özel ve resmi tüm yapıların “Afet Bölgelerinde Yapılacak Yapılar Hakkında Yönetmelik” hükümlerine uygun olarak değerlendirme ve denetimini yapmalıdır. Sonuca göre, ilgili Yönetmeliğin öngördüğü şartları karşılamayan yapıların mevzuata uygun hale getirilmesi için üç aylık süre verilmeli ve yapı tekrar kontrol edilmelidir. Hala uygunluğu bulunmayan yapı ve yapı bölümleri yıktırılmalıdır. Afeti önlemeye yönelik yerleşme ve yapılaşmanın sağlanması için yürütülen çalışmalar ve planlamalar nedeniyle kişiler sahip oldukları yapı ruhsatlarının geçersiz sayılamayacağını ve bir kazanılmış hak oluşturduğunu ileri süremeyeceklerdir. Çünkü, yapı ruhsatları sonradan kamu yararına yapılan yeni düzenlemeler karşısında geçerliliklerini yitirebilmektedir. İdarenin bu anlatılan denetim ve değerlendirmeler hususunda zafiyet göstermesi halinde hizmet kusurunun varlığını kabul etmek gerekir. Bu kapsamda depremden ötürü zarar gören kişi, binanın mevzuata aykırı şekilde yapıldığını ispat ettiğinde direkt olarak idarenin kusurunu da tespit etmiş olacaktır.

Konu ile alakalı önemli bir Danıştay kararı aşağıdadır:

“…Deprem kuşağında yer alan bölgede, deprem gerçeğinin bir veri alınması suretiyle yerleşmelerle ilgili alanların belirlenmesi, bu alanlardaki yapılaşmaya ilişkin kararların alınması, uygulanması ve denetlenmesiyle ilgili idari faaliyetlerin bütünündeki olumsuzluklardan oluşan idarenin olumsuz eyleminin bulunması durumunda, depremin mücbir sebep olarak değerlendirilerek zararla illiyet bağını kestiğini kabule olanak bulunmamaktadır. Bu durumda, Mahkemece uğranıldığı ileri sürülen zararın oluşumunda idarenin hizmet kusuru bulunup bulunmadığının değerlendirilmesi sonucu bir karar verilmesi gerekirken depremin mücbir sebep kabul edilerek zararla idari faaliyet arasındaki nedensellik bağının ortadan kalktığı gerekçesiyle davanın reddi yolundaki kararda isabet görülmemiştir…”

Deprem Nedeni İle İdarenin Sorumluluğu Yargılama Süreci

Bir hakkın belli bir süre içinde ileri sürülememesi sebebiyle dava yoluyla elde edilebilme imkânının kalmaması veya kanunda öngörülen sürenin geçmesi sonucu bir hakkın kullanılmasının mümkün olmamasına ‘zamanaşımı süresi’ adı verilir. Deprem nedeniyle zarara uğrayan kişi, deprem nedeni ile idarenin sorumluluğu yoluna başvurmak için bu zararı öğrendiği tarihten itibaren en geç 1 yıl içinde yükümlülüklerini yerine getirmemiş olan idari merciye başvurarak deprem nedeniyle oluşan zararların giderilmesi talebinde bulunur. İdari merciye yapılacak başvuru, her halde 5 yıl içinde yapılmalıdır.

 Zararın giderilmesi için yapılan başvuruya idare, en geç 30 günlük süre içinde bir cevap verir. İdare, zararın kısmen veya tamamen giderilmesi, zararın giderilemeyeceği şeklinde başvurucuya cevaplar verebilir. Ya da 30 günlük sürede hiç cevap vermeyebilir. Cevap vermememe durumu da olumsuz yanıt anlamına gelmektedir. İdarenin verdiği kararın olumsuz olması veya başvuruya cevap verilmemesi halinde, zarara uğrayan kişi, red kararının kendisine ulaştığı ve 30 günlük sürenin dolduğu tarihten sonraki 60 günlük sürede zararının tazmin edilmesi için tam yargı davası açabilir. Deprem nedeniyle oluşan zararların giderilmesi için açılan davalar, idari yargının görev alanına girer. Bu sebeple deprem sonrası zarar oluşması halinde oluşan zararların tazmini için görevli olan mahkeme idare mahkemeleridir. Yetkili mahkemeye ilişkin düzenleme, İYUK madde 36’da yer alır. Maddede belirtildiği üzere, yükümlülüklerini yerine getirmeyerek zararın oluşmasına sebebiyet veren idari merciin bulunduğu yer mahkemesi yetkili olur.

Deprem nedeni ile idarenin sorumluluğunda, deprem nedeniyle uğranılan zararın giderilmesi amacıyla açılan tam yargı davasının kabul edilmesi halinde, kişinin idarenin eylemi nedeniyle zarara uğradığı kesinleşmiş olur. Bu kararla birlikte, zararının ne şekilde giderileceği de ayrıntılı bir şekilde belirtilir. Davanın reddedilmesi halinde kişi zarara uğramış olsa bile bu zararın deprem nedeni ile idarenin sorumluluğu nedeniyle oluşmadığı kesinleşmiş olur. Deprem nedeni ile idarenin sorumluluğu yönünde aynı zarar sebep gösterilerek idareye karşı tekrar dava açılması mümkün değildir.

Devlete Karşı Tazminat Davası Açılabilir Mi?

Devletin deprem nedeniyle ortaya çıkan zararları belli bir çerçevede tazmin yükümlülüğü ve bu kapsamda kişilerin idareye karşı yargı yoluna başvurma hakkı bulunmaktadır. İdari Yargılama Usulü Kanunu’nda düzenlenen idari dava türlerinden biri, idareye karşı açılacak ve tazminat talep edilebilen tam yargı davasıdır. Bu davalar, idarenin eylem veya işlemleri sonucunda ortaya çıkan gerek maddi gerek manevi zararların tazmini için açılabilmektedir. Deprem nedeni ile idarenin sorumluluğu noktasında bu davaları açma hak ve yetkisi, yalnızca idari işlem ve eylemlerden ötürü hakları ihlal edilen kişilere aittir. Kişilik haklarına olan saldırının idare tarafından gerçekleştirilmesi halinde manevi zarar, idare mahkemelerinde tam yargı davası adı altında talep ve dava edilebilir. Mahkemenin manevi tazminat talebini kabul edebilmesi için bir zarar söz konusu olmalı, bu zarar idarenin eylem veya işleminden kaynaklanmalı, ayrıca ortaya çıkan zarar ile idarenin eylem veya işlemi arasında illiyet bağı bulunmalıdır.

Sonuç olarak; Türkiye’nin bir deprem ülkesi olduğu düşünüldüğünde aktif fay hatlarının olduğu birinci derece deprem alanlarına yerleşim yeri izinleri verilmemesi, yerleşim planlarında gerekli özenin gösterilmesi ve gerekli özen gösterilse dahi söz konusu bölgedeki yapıların deprem yönetmeliklerine uygun olarak yapılıp yapılmadığı konusunda gerekli denetimlerin sıkça yapılması gerekmektedir. Her ne kadar depremin mücbir sebep hali olduğu söylense de, ülkemizin coğrafyası göz önüne alındığında depremi mücbir sebep kapsamı altında değerlendirmek ve illiyet bağının idare lehine kesin şekilde kalktığını ifade etmek hakkaniyetle bağdaşmayacaktır. Zira Türk yargısının geçmiş yıllardaki büyük depremler için verdiği kararları da bu yöndedir. Yukarıdaki hususlarda idarenin bir eksikliği söz konusu olduğunda ise, hizmet kusurunun gerçekleşeceğini kabul etmek gerekir.

Other works that may be of interest to you;

Izmir Criminal Lawyer

Address: Karşıyaka Tower No:12 Kat:9 Daire:59 Karşıyaka/İzmir

E-mail: info@efeshukuk.com

Phone: +90 553 463 7079

Koruyucu Ailelik Nedir?

Koruyucu Ailelik Nedir?

Koruyucu Ailelik Nedir? – İzmir Avukat

Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı, Kahramanmaraş merkezli depremlerin ardından korunma ve bakım ihtiyacı ortaya çıkan çocuklara koruyucu aile olmak isteyenlerin izleyeceği sürece ilişkin açıklamada bulundu. Peki koruyucu aile nedir, aranan şartlar neler?

0-18 yaş aralığındaki herkes kanunlarımıza göre çocuk olarak kabul edilmektedir. Koruyucu ailelik, çeşitli sebeplerle devlet korumasında olup kurumda yaşayan, 0-18 yaş aralığındaki çocuklara sağlanan aile yanında bakım hizmetlerine verilen isimdir. Biyolojik ailesinin yanında yaşamayıp kurumda yaşayan çocuğun, kurum bakımında kalması fiziksel açıdan gelişimi için yararlı olsa da ileriki yaşlarında manevi ve psikolojik yönden birçok olumsuzluklar doğurabilmektedir. Zira çocukların aile çatısı altında birebir ilgi, sevgi ve şefkatin olduğu bir aile yanında büyümesinin fiziksel, duygusal ve psiko-sosyal gelişimi için daha iyi olacağı bilimsel araştırmalarla da sabittir. Koruyucu ailelik düzenlemesi de bu bakımdan, alternatif bir seçenek olup 0-18 yaş arası çocukların gelişimine katkı ve destek amacına yönelik uygulanmaktadır. Koruyucu ailelikte amaç, çocukların kurum ortamı yerine sağlıklı bir aile ortamında büyümesini  sağlamaktır.

Hangi Çocuklar Koruyucu Aile Gözetimine Verilebilir?

Koruyucu aileye verilebilecek çocuğun hukuki anlamda evlat edinilmeye mümkün olmayan çocuklardan olması gerekir. ( İstisnaları mevcuttur)  Bunun anlamı, biyolojik anne ve babası hayatta olan ancak onların yanında kalması uygun olmayan (biyolojik ailenin yaşam tarzları, kötü alışkanlıkları gibi) devlet koruması altında olan çocuklar, uygun görülmeleri halinde koruyucu ailelerle eşleştirilirler. Çocuğun koruyucu aileye yerleştirilmesi için biyolojik anne ve babasından rıza alınmasına gerek yoktur. Koruyucu aile olmak isteyen kişiler, yaşadıkları ildeki Aile Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’nın İl Müdürlüklerindeki koruyucu aile birimine başvurabilirler. Koruyucu ailenin başvurundan sonra gerçekleşen hazırlık süreci ortalama 6 ila 8 aylık bir zaman arasında gerçekleşir.  

Koruyucu Ailelik Süreci Nedir?

Biyolojik ailesi bulunan ve devlet kurumunda bulunan çeşitli nedenlerle evlat edindirilme şansını yitirmiş olan kız ya da erkek, sağlıklı ya da engelli, tek ya da kardeş olup koruyucu aile yanına yerleştirilmeye uygun olduğu belirlenmiş korunma altındaki çocuklar koruyucu aile yanına yerleştirilmektedir. Çocuğun ve ailenin sürece hazırlanabilmesi, aile üyelerinin tanışmaları için ön hazırlık olarak nitelendirilen en az bir ay en çok iki ay süreyle çocuk ve ailenin birbirini daha iyi tanımaları sağlanır. Bu süreç ilk olarak çocuk ve ailenin belirlenen uygun ortamda karşılaştırılması, karşılıklı istek ve sosyal çalışma görevlisinin de uygun görmesi durumunda saatlik, günlük ve haftalık izinlerle, (çarşı izinleri, ev ziyaretleri gibi) çocuğun ve ailenin ev ortamında misafir edilmesi ile devam etmektedir.

Çocuğun koruyucu aile yanında kalma süresi, koruma altına alınma nedenine bağlı olarak değişiklik gösterecektir ancak mevzuatta tanımı ne kadar süreli koruyucu ailelik olarak geçse de, uygulamada süre uygulanmamaktadır. Zira koruyucu ailelik ile kurulan bağ, çok büyük oranda çocuğun kurumdan ayrılmasından sonra dahi devam etmektedir. Koruyucu aile modeli ile çocuklar aile sıcaklığına, ebeveyn ilgisine, sevgisine ve bakımına ve aile ortamında büyüme olanağına kavuşmaktadır. Koruyucu ailelere çocuğun yaşına, sayısına, özel gereksinimine göre değişen koruyucu aile ödemesi yapılır. Aile ile sürekli temas halinde olan kurumdaki sosyal hizmet uzmanı da yaşanabilecek problemlere karşı destek mekanizması görevi görür. Alışma sürecinde çocuğun kişilik özellikleri, cinsiyeti, yaşı ve olgunluk düzeyi göz önüne alınarak özenli davranmaya dikkat etmelidir. Çocuğun eğitiminde geçmiş yaşantılarındaki zorlukları düşünerek tolerans gösterilmelidir. Çocukla ilgili alınacak kararlarda onun da görüşünün alınmasına dikkat edilmelidir.

Ülkemizde TC vatandaşı olup sürekli olarak Türkiye’de ikamet eden, 25-65 yaş aralığında bulunan, en az ilkokul mezunu, düzenli geliri bulunan, evli/bekâr veya çocuklu/çocuksuz herkes (çocuğun biyolojik anne-babası ya da vasisi dışındaki kişiler) koruyucu aile olabilmektedir. Akrabaların koruyucu aile olmak istemesi halinde yapılacak sosyal inceleme sonucuna göre yaş ve eğitim koşulları değerlendirilmektedir.

Bekar kişilerin başvurularında, 30 yaşını doldurmuş olmaları ve yerleştirilecek çocuğa ebeveynin yokluğunu hissettirmeyecek akraba ilişkilerine sahip olmasına önem verilmektedir.

Evlat Edinmeden Farkları Nelerdir?

Koruyucu aileliğin ve evlat edinmenin birbirinden farklı olduğu unutulmamalıdır. Devlet koruması altındaki çocukların statüleri farklılık gösterir. Evlat edinme çocuğun velayet haklarının, evlat edinene mahkeme kararı ile devredilmesidir. Evlat edinme ile çocuğun soy bağı değişir. Koruyucu ailelikte velayet, çocuğun biyolojik ailesindedir. Koruyucu aile modelinde velayet hakkı alınmadığı için çocuğun adı ve soy adı değiştirilemez.  

Koruyucu aile statüsündeki bir çocuğun evlat edinme statüsüne geçebilmesi mümkündür. Koruyucu ailedeki çocuğun biyolojik ailesi rıza verirse, çocuk evlat edinme statüsüne geçer. Koruyucu ailesi ile 1 yıldan uzun süredir birliktelerse, koruyucu ailenin evlat edinme isteği varsa çocuk, evlat edinme sırasındaki ailelerle eşleştirilmez. Eşleştirmede koruyucu aileye öncelik verilir. Çünkü koruyucu aile, Medeni Kanun gereğince 1 yıl bakım süresini gerçekleştirmiş demektir.

Başka bir durum ise, koruyucu ailede yaşayan çocukla biyolojik ailenin uzun süre iletişimde bulunmamış olması, çocuğun 3-5 yıl gibi uzun sürelerle görülmeye gelinmemesi, biyolojik aile ile sağlıklı bir iletişim ortamının bulunmaması halinde koruyucu aile dilekçe ile kuruma statü değişikliği talebinde bulunabilir.   Bu her iki durumda da sosyal hizmet uzmanı ve kurum çocuğun üstün yararınca karar verir.

Çocuk Hangi Durumlarda Koruyucu Aileden Geri Alınır?

  1. Koruyucu ailenin Koruyucu aile yükümlülüklerini yerine getirmemesi,
  2. Çocukla koruyucu aile arasındaki uyumsuzluğun yapılan mesleki çalışmalarla tespiti,
  3. Koruyucu ailenin çocuğa istenilen şekilde bakmadığının tespit edilmesi,
  4. Çocuğun koruyucu aileye yerleştirilme nedeninin ortadan kalkması,
  5. Koruyucu ailenin herhangi bir nedenle koruyucu aile olmaktan vazgeçmesi hallerinde sosyal hizmet uzmanı tarafından hazırlan sosyal inceleme raporu ile Koruyucu Aile Komisyonuna bildirilir. Koruyucu Aile Sözleşmesi iptal edilerek çocuk aileden geri alınır. Komisyonca koruyucu aile statüsü iptal edilen aileye bir daha çocuk verilmez.

Her çocuğun aile yanında büyümesi bir haktır ve bu hak temelde Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi’nde ardından da ülkemizdeki kanunlarla güvence altına alınmıştır. Çocukların aile yanında büyüme hakkını göz önünde bulundurarak koruyucu ailelik ve evlat edinme hizmetlerinin bilinirliğinin artırılması, toplumsal bilincin oluşturulması gerekmektedir. 

Similar articles that may interest you;

İzmir Divorce Attorney

Address: Karşıyaka Tower No:12 Kat:9 Daire:59 Karşıyaka/İzmir

E-mail: info@efeshukuk.com

Phone: +90 553 463 7079

Depremzede İşçilerin Hakları

Depremzede İşçilerin Hakları

Depremzede İşçilerin Hakları – İzmir Avukat

Ne yaşadığımız felaketin ne de içerisinde olduğumuz üzüntünün tarifi mümkün değil. Kaybedilen yaşamların veya geride bırakılanların telafisi söz konusu dahi olamaz. Bu yazıya öncelikle aile ve yakınlarını kaybedenlerden başsağlığı dileyerek başlamak istiyorum.

İçerisinde bulunduğumuz şu birkaç günde başka bir konuda düşünmek veya konuşmak elbet pek mümkün değil. Bu sebep ile siz değerli okuyuculara faydalı olabileceğini düşündüğümüz depremden kaynaklı birtakım haklardan ve yasal süreçlerden bahsetmeye karar verdik.

Deprem sebebi ile çalışan işe gitmez ise işveren iş akdini feshedebilir mi?

Deprem sebebi ile çalışanların işe gidememesi halinde, burada işçinin meşru bir mazereti olduğu kabul edilir. İşverenler tarafından devamsızlık sebebi ile çalışanın iş akdinin feshedilmesi söz konusu değildir. Çıkartılması halinde bu iş akdinin feshi haksız ve geçersizdir.

İşyerinin deprem sebebi ile yıkılması veya hasar görmesi halinde iş ilişkisi sona erer mi?

Labor Law | kapsamında işyerinde işin bir haftadan uzun süre ile durmasını gerektirecek, işyerinin yıkılması veya ağır hasar alması gibi bir zorlayıcı sebep ortaya çıkarsa çalışanlar iş ilişkisini haklı neden ile feshederek, işçilik alacaklarına hak kazanabilir Bu işin durmuş olduğu bir haftalık süre boyunca işveren çalışanlara her gün için yarım günlük ücret vermekle yükümlüdür. Çalışanların iş ilişkisini bu sebep ile feshetmeleri halinde kıdem tazminatına hak kazanır; fakat ihbar tazminatına hak kazanamazlar.

Deprem nedeniyle işveren işçiyi işten çıkarabilir mi?

İş Kanunu kapsamında;

  1. İşçiyi işyerinde bir haftadan uzun süre ile çalışmaktan alıkoyan zorlayıcı bir sebebin varlığı halinde işveren iş sözleşmesini, işçinin kıdem tazminatını ödemek sureti ile sona erdirebilir.
  2. İşçinin deprem nedeniyle geçirdiği hastalık veya kaza sebebi ile ihbar süresini 6 hafta aşan süre ile çalışamaz hale gelmesi durumunda da kıdem tazminatını ödemek sureti ile iş akdini feshedebilir.
  3. Son olarak deprem sebebi ile ekonomik olarak zarar gören işveren işletmesel sebepler ile ihbar ve kıdem tazminatını ödemek sureti ile iş akdini feshedebilir.

Ölüm izni nedir?

Yasal mevzuatımız kapsamında özel sektörde çalışan işçilerin ana veya babasının, eşinin, kardeşinin, çocuğunun ölümü hâlinde üç gün süre ile ücretli izin verilecek olduğu düzenlenmiştir. Toplu iş sözleşmeleri ve kamu kurumlarında çalışan devlet memurları için bu süre daha uzun düzenlenmiş olabilir.

Depremden zarar gören işyerinde çalışmak zorunlu mu?

Hayır, işverenlerin işçi ve işyerinin güvenliği sağlama yükümlülüğü söz konusudur. Bu kapsamda çalışanların güvenli olmayan binalarda çalışmama hakkı mevcuttur. İşçilerin hasarlı binalarda çalışmasını istemek, iş sağlığı ve güvenliği hükümlerine açıkça aykırılık teşkil etmektedir.

Depreme işyerinde yakalanmış olunması nedeniyle yaralanma veya ölüm halinde bu iş kazası sayılır mı?

Deprem sırasında çalışan işyerinde ise veya işverenin işini yapıyor iken depreme yakalanmış ise ve deprem neticesinde yaralanılmış veya vefat edilmiş olması halinde bu durum iş kazası sayılmaktadır. Çünkü iş yerinde veya işin yapılışı esnasında geçirilen kaza, işverenin kusuru olup olmamasından bağımsız olarak iş kazasıdır.

Ölüm tazminatı nedir?

İşveren, işçinin sağ kalan eşine ve ergin olmayan çocuklarına, yoksa bakmakla yükümlü olduğu kişilere, ölüm gününden başlayarak bir aylık; hizmet ilişkisi beş yıldan uzun bir süre devam etmişse, iki aylık ücret tutarında bir ödeme yapmakla yükümlüdür. Bu nedenle işveren vefat eden çalışanın sağ kalan eşine ve ergin olmayan çocuklarına, bunlar yoksa bakmakla yükümlü olduğu kişilere, çalıştığı işyeri tarafından ölüm tazminatı adı altında bir tazminat ödemekle yükümlüdür. Ayrıca vefat eden çalışanın kıdemi 1 yılı geçmiş ise kıdem tazminatının da çalışanın mirasçılarına ödenmesi yasal zorunluluktur.

Kaynak: İş Kanunu, Çağdaş Hukukçular Derneği Bilgi Notu

İş Hukuku Kapsamında Hazırladığımız Diğer Çalışmalarımız;

İzmir İş Avukatı

Address: Karşıyaka Tower No:12 Kat:9 Daire:59 Karşıyaka/İzmir

E-mail: info@efeshukuk.com

Phone: +90 553 463 7079

Konutlardaki Ayıplardan Ötürü Tüketicinin Hakları

Konutlardaki Ayıplardan Ötürü Tüketicinin Hakları

Konutlardaki Ayıplardan Ötürü Tüketicinin Hakları – İzmir Avukat

Ayıplı Mal Nedir?

Geçtiğimiz günlerde yaşanan şiddetleri deprem felaketleri neticesinde birçok yeni binanın da yıkıldığı ve ağır hasarlar almış olduğunu sıklıkla duymaktayız. Özellikle müteahhitlerden veya bu mahiyetteki şirketlerden tüketiciler tarafından konut satın alınması halinde bu gibi olaylarda Tüketicinin Korunması Hakkında Kanun (TKHK) hükümleri uygulama alanı bulacaktır.

Ayıplı mal, tüketiciye teslimi anında, taraflarca kararlaştırılmış olan örnek ya da modele uygun olmaması ya da objektif olarak sahip olması gereken özellikleri taşımaması nedeniyle sözleşmeye aykırı olan mal olarak tanımlanmıştır. Bir deprem ülkesi olan ülkemizde, ilgili deprem mevzuatına aykırı olarak inşa edilen binaların da sahip olması gereken objektif özellikleri taşımadığı şüphesizdir.

Müteahhit Ne Kadar Süre Sorumlu?

TKHK kapsamında taşınmazlarda bulunan ayıplardan ötürü satıcıların 5 (beş) yıl boyunca sorumluluk devam eder. Burada binada meydana gelen ayıplara ilişkin olarak beş yıl süre ile müteahhidin sorumluluğuna gidilebilir. Fakat, söz konusu ayıp, ağır kusur ya da hile ile gizlenmişse zamanaşımı hükümleri uygulanmaz. İlgili yönetmeliklere aykırı inşa edilen yapılar için de işinin ehli dürüst bir müteahhit tarafından yapılmaması gereken kusur ve ihmaller neticesinde inşa edilmiş binalar için ağır kusurdan bahsedilmesi gerekmektedir.

Müteahhitin Sorumluluğunu Sözleşme İle Sınırlandırılması

Ayrıca taraflar arasında bir yazılı sözleşme ile müteahhidin veya satıcının sorumlulukları kısıtlanmış olsa dahi TKHK ve Haksız Şart Yönetmeliği kapsamında çok yüksek bir ihtimal bunlar yazılmamış sayılacaktır. Haksız şarta ilişkin yasal düzenlemeler kapsamında tüketicinin haklarını tek taraflı kısıtlayan ve aradaki ilişkiyi zedeleyecek nitelikteki maddeler kanun kapsamında yazılmamış kabul edilecektir.

Tüketicinin Hakları Nelerdir?

Tüketici, ayıplı mal ile karşılaşması halinde kanunda ona tanınan seçimlik haklarını kullanabilir. Bunlar; a) Satılanı geri vermeye hazır olduğunu bildirerek sözleşmeden dönme, b) Satılanı alıkoyup ayıp oranında satış bedelinden indirim isteme, c) Aşırı bir masraf gerektirmediği takdirde, bütün masrafları satıcıya ait olmak üzere satılanın ücretsiz onarılmasını isteme, ç) İmkân varsa, satılanın ayıpsız bir misli ile değiştirilmesini isteme şeklinde kanunda sayılmıştır.

Zorunlu Arabuluculuk Başvurusu

66.000-TL’nin üzerinde kalan yasal uyuşmazlıklarda tüketici tarafından öncelikle arabuluculuğa başvuru şartı getirilmiş olup; arabulucuya başvuru yapılmaksızın dava açılması halinde davanın reddine karar verilecektir. Günümüz ekonomisinde, herhangi bir konutun bu parasal sınıra takılmaması pek olası değil. Dolayısıyla deprem sebebi ile zarar gören konuta ilişkin tüketici mahkemelerinde bir dava açılacak ise öncelikle arabuluculuğa başvurulması gerektiğini önemle hatırlatırız.

6502 Sayılı Tüketicinin Korunması Hakkında Kanun (TKHK) kapsamında hazırlamış olduğumuz diğer yazılarımız için;

Address: Karşıyaka Tower No:12 Kat:9 Daire:59 Karşıyaka/İzmir

E-mail: info@efeshukuk.com

Phone: +90 553 463 7079

On Yıllık Kiracının Tahliyesi

On Yıllık Kiracının Tahliyesi

On Yıllık Kiracının Tahliyesi – İzmir Avukat

Belirli süreli kira sözleşmelerinde, kiraya verenin kira sözleşmesini bildirim yoluyla fesih hakkı ancak kira sözleşmesinin on yıllık uzama süresi sonunda ortaya çıkar. On yıllık uzama süresi sonunda kiraya veren, bu süreyi izleyen her uzama yılının bitiminden en az üç ay önce bildirimde bulunmak koşuluyla, herhangi bir sebep göstermeksizin sözleşmeye son verebilir.

On yıllık kiracının tahliyesi işlemi için kiraya verenin fesih bildirimini yazılı olarak yapması gerekir. Yazılı biçimde yapılmayan fesih bildirimlerinin hukuki bir değere sahip olmaması nedeni ile geçerliliği de söz konusu olmayacaktır.

Fesih bildirimi hazırlanırken kanunda belirlenen şekle uygunluğu önem taşır. ihtarnamenin içerik açısından amacına uygun olarak hazırlanması gerekirken kiracının kiralanandan çıkması için gönderildiği açık ve anlaşılır biçimde ifade edilmelidir. On yıllık kiracının tahliyesi için gönderilecek ihtarnamede yer alması gerekenler arasında kiracının kiralananı tahliye etmemesi durumunda hukuk yoluna başvurulacağı da bulunur. Bu durumda tahliye davası açılmak sureti ile kiralayanın yasal haklarını kullanabileceği açık bir şekilde ifade edilmelidir.

Kiralayan, kiracısına on yıllık uzama süresinin dolması ile ilgili olarak tahliye işlemi yapmak istediğinde resmi bir ihtarname göndermelidir. Noter kanalı ile gönderilmiş bir belgenin hukuki değere haiz olması nedeni ile bu yolla bildirim yapılması önerilir. Noter kanalı ile gönderilen ihtarnameler hukuki açıdan ispat özelliği taşımaları sebebi ile kabul görür. On yıllık kiracının tahliyesi işlemi yapılmak isteniyorsa kiraya veren yazılı bir tebligat yapmalıdır. Sözleşmenin bitmesine en geç üç ay kala yapılması gereken bu tebligat sözlü olarak beyan edildiğinde hukuki değer taşımaz. Bu sebeple şekil şartına uygunluğun yanı sıra doğru zamanda yapılması da fesih bildiriminin geçerliliğini destekleyici bir unsurdur.

(Türk Borçlar Kanunu madde: 347) ‘’ ….Bu halde kiraya verenin, fesih için herhangi bir sebep göstermesi gerekmez. Tahliye bildiriminin, kira sözleşmesi bitiminden en az üç ay önce yapılması gerekir.’’

On yıllık uzama süresi sonunda kiracının tahliyesinde dikkat edilmesi gereken husus, kira sözleşmesinin başlangıç tarihi üzerinden geçmesi gereken sürenin hesabıdır. Kanun, belirli süreli kira sözleşmelerinde on yıllık sürenin başlangıcında, kira sözleşmesinin başlangıç tarihini esas almamıştır. Düzenlemeye göre, kira sözleşmesinin on yıl uzamış olması gerekmekte ve bundan sonraki her yıl için sözleşmeyi sonlandırma hakkı olmaktadır. Bu durumda, kira sözleşmesinin ilk yılı hesaba katılmayacaktır. Sözleşmenin uzama süresi, ikinci yılın başında başlamış olacaktır. Kira sözleşmesinin başlangıcından itibaren toplamda on bir yıl geçtikten sonra, kiraya veren bildirim koşuluna uymak şartıyla ancak on ikinci yılın sonunda kiracının bu yolla tahliyesini talep edebilecektir.

Belirsiz süreli kira sözleşmelerinde ise kanun, kira ilişkisinin başlangıç tarihini esas almıştır. Bu durumda, kiranın başlangıcından on yıl geçtikten sonra, üç ay önceden bildirimde bulunmak kaydıyla, kiralaya veren kiracının tahliyesini isteyebilir. Açılacak tahliye davalarında görevli mahkeme Sulh Hukuk Mahkemesidir. Bu tür tahliye davaları için yetkili mahkeme ise kiralanan taşınmazın olduğu yer mahkemeleridir. Tahliye davası söz konusu olduğunda kiraya verenin hukuki açıdan istenilen sonuca kısa sürede ulaşabilmesi için işlemlerinin yasal yollarla yapılmış olması önem taşır. Bu durumda da kiracıya yapılacak fesih bildirimlerinde şekil şartına uygunluğun yanı sıra fesih bildirimi sözlü olarak yapılmamalı ve noter kanalı ile bu belge kiracıya iletilmelidir. On yıllık kiracının tahliyesi işlemleri için dava açılması gerektiğinde fesih bildirimi gönderilirken sözleşme sürelerinin doğru hesaplanması da ayrı bir önem taşıyacaktır. Bu tür davalarda hukuki destek alınması tarafların haklarının korunabilmesi açısından önem taşır.

Kira ve Taşınmaz Hukukuna İlişkin Diğer Yazılarımız İçin;

Address: Karşıyaka Tower No:12 Kat:9 Daire:59 Karşıyaka/İzmir

E-mail: info@efeshukuk.com

Phone: +90 553 463 7079

Kahve Falı Bakmanın Cezası

Kahve Falı Bakmanın Cezası

Kahve Falı Bakmanın Cezası – İzmir Avukat

Bu haftaki yazımızı biraz daha farklı bir konuda hazırlamak istedim. Hukuk dili ve gündemi bazen yoğun veya sıkıcı gelebilir. Ama aslında hukuk hayatımızın her alanında; ilişkilerimizi ve alışkanlıklarımızı düzenliyor.

Hepimiz özellikle tarih derslerimizden tekke ve zaviyelerin kapatılmasını anımsıyoruzdur. Peki, söz konusu uygulamaların kaldırılmasına ilişkin kanunun halen yürürlükte olduğunu ve günümüzde birçok kimseler tarafından farkında olmadan ihlal edilmeye devam edildiğini biliyor muydunuz?

677 sayılı 30/11/1925 tarihli Tekke ve Zaviyelerle Türbelerin Seddine Ve Türbedarlıklar İle Bir Takım Unvanların Men Ve İlgasına Dair Kanun ile 1925 sayısında tekke ve zaviyeler kapatılmıştır. Söz konusu kanun ile bunların yanı sıra şehlik, der mevzuası dairesinde vişlik, müritlik, dedelik, seyitlik, çelebilik, babalık, emirlik, nakiplik, halifelik, falcılık, büyücülük, üfürükçülük ve gayıptan haber vermek ve murada kavuşturmak gibi eylemler de yasaklanmıştır. Söz konusu yasaklı işleri gerçekleştiren kimseler hakkında ise kanunda açıkça üç aydan eksik olmamak üzere hapis cezası öngörülme ve bunun yanı sıra para cezasına hükmedileceği düzenlenmiştir. Ve bu kanun halen yürürlüktedir.

Konuya ilişkin olarak birçok yerel mahkeme ve Yargıtay kararı da mevcut olup; her ne kadar sıklıkla ihlal edilmekte ise de olası bir ceza soruşturması neticesinde bu fiilleri gerçekleştirmekte olan kişilerin ceza ile karşı karşılaşabilecek olduğu açıktır.

Örneğin Yargıtay bir kararında; toplum içerisinde “üfürükçü hoca” olarak bilinen bir kişinin, bu çerçevede gelen müşterileri okuyup, üfleyerek ve büyü yaparak tedavi edeceğini söyleyerek para aldığı, müşterilerinin çocuklarının olmasının yolunu bulmak amacıyla bu kişiye müracaat ettikleri, sahte hocanın önce müşterilerine üzerlerinde büyü bulunduğunu söyleyip başlarına gelecek hususlar bakımından haber verdiği, yine sahte “hoca” tarafından katılanlarda ve çocuklarında büyü bulunduğu ve akıbetlerinin kötü sonla biteceğini söyleyerek bunları para karşılığı yapacağı iğne, kullanacakları ilaç, uyguladığı merhem ve benzeri şeylerle sonlandıracağının belirtip katılanları aldattığı olayda zincirleme olacak şekilde dini inanç ve duyguların istismar edilmesi suretiyle nitelikli dolandırıcılık suçu ile 677 sayılı Tekke ve Zaviyeler ile Türbelerin Seddine ve Türbedarlıklar ile Bir Takım Unvanların Men ve İlgasına Dair Kanunu’nun ilgili maddesine muhalefet suçunu işlediği kabul edilmiştir.

Siz siz olun yine de bilimden, sağ duyudan sapmayın. Hadi olmaz ama, bir baktınız olmaz oldu sizin de yolunuz düştü veya bu tarz faaliyetler ile iştigal etmeye karar verdiniz ise bunların cezasının olduğunu da bilin.

Aşağıdaki çalışmalarımız da ilginizi çekebilir;

Address: Karşıyaka Tower No:12 Kat:9 Daire:59 Karşıyaka/İzmir

E-mail: info@efeshukuk.com

Phone: +90 553 463 7079

Manevi Tazminat Nasıl Hesaplanır?

Manevi Tazminat Nasıl Hesaplanır?

Manevi Tazminat Nasıl Hesaplanır? – İzmir Avukat

Bir çoğumuz üzerine sıcak kahve dökülmüş olması sebebi ile McDonalds’a karşı dava açan ve milyonlarca tazminata kazanan yaşlı kadının hikayesini duymuşuzdur. Ülkemizde yaşanması pek olası olmayan bu hikâye, ilk duyulduğunda bir çoğumuzun kafasında çarkların oynamasına ve farklı senaryolar canlandırmasına sebebiyet vermiştir.

Ülkemizde temel hukuk kurallarımız gereği, Amerika ve benzeri ülkelerdeki hukuk sistemlerinden farklı olarak, tazminat bedellerinin zenginleştirme aracı olamayacağı kabul edilmektedir. Bu çerçevede yukarıda anımsattığımız olaydaki gibi yüksek tazminat bedelleri ile uygulamada karşılaşmamaktayız.

Manevi Tazminat Nedir?

Türk Dil Kurumu manevi kavramını “görülmeyen, duyularla sezilebilen, ruhani, tinsel, maddi karşıtı” olarak tanımlamaktadır. Manevi tazminat, haksız bir olay ile karşılaşan kişinin uğramış olduğu maddi kayıplar (sağlık giderleri veya işten yoksun kalma sebebi ile gelirde yaşanan eksiklikler gibi) haricinde, olayın kişide yarattığı elem, keder, üzüntü veya yaşam sevincini kaybetme sonucu meydana gelen zararların karşılığı olarak ödenmesi gereken tazminat bedeli olarak tanımlanabilir.

Türk Borçlar Kanunu Madde 56 kapsamında, kişilerin manevi tazminat talebinde bulunabileceği ifade edilmiş olup; ilgili madde “Hâkim, bir kimsenin bedensel bütünlüğünün zedelenmesi durumunda, olayın özelliklerini göz önünde tutarak, zarar görene uygun bir miktar paranın manevi tazminat olarak ödenmesine karar verebilir. Ağır bedensel zarar veya ölüm hâlinde, zarar görenin veya ölenin yakınlarına da manevi tazminat olarak uygun bir miktar paranın ödenmesine karar verilebilir.” şeklinde düzenlenmiştir.

Manevi tazminat, zarara uğrayan kişide bir nebze de olsa manevi huzuru doğurmayı amaçlamaktadır. Hukuk sistemimizde manevi tazminat niteliği itibari ile bir ceza olmadığı gibi para ile ölçülebilen maddi zararların karşılanmasına ilişkin bir bedel de değildir.

Manevi tazminat niteliği itibariyle tek olup; bölünmesi söz konusu değildir. Dolayısıyla, mahkeme nezdinde açılacak manevi tazminat taleplerinde kısmi dava söz konusu olmayacak ve ilk davada manevi tazminatın bir kısmı talep edilerek fazlaya ilişkin bölümü saklı tutulamayacaktır.

Uygulamada Manevi Tazminat

Uygulamada manevi tazminat davasının; kişinin bir suça maruz kalması, karşı tarafın sözleşmeye aykırı hareketleri, kişinin trafik kazası gibi durumlarda beden bütünlüğünde meydana gelen zarar sebebi ile veya kişilik haklarına yönelik yapılan saldırılar neticesinde açıldığını görmekteyiz.

Manevi tazminat ile amaçlanan şey, zarar gören kişinin uğramış olduğu psikolojik sıkıntıların denkleştirilmesidir. Burada psikolojik sıkıntılar veya zarar gören kişilik hakları, rakamlar ile gösterilmek için çok soyut kavramlar olması sebebi ile mahkeme kararlarında da sıklıkla farklılıklar görülmektedir. Yasal mevzuatımızda veya uygulamada manevi tazminatın hesaplamasın kullanılması gereken kesin kuralları olmadığı gibi bu doğrultuda dikkate alınması gereken görüş birliğine varılmış somut kriterlerin dahi bulunmamaktadır. Mahkemeler benzer olaylar için çok farklı tazminatlara karar verebilmekte ve hemen hemen hepsi de 22.6.1966 tarihli Yargıtay İçtihadı Birleştirme kararına atıf yapmaktadır. Maalesef, elli yılı aşan söz konusu kararın manevi tazminat hesaplanması süreçlerinde güncelliğini yitirmiş olduğu düşüncesindeyiz.  

Manevi Tazminat Nasıl Hesaplanır?

Eski tarihli borçlar kanunumuz ile hâkimin manevi tazminatı belirlerken kişilerin unvanı, işi ve diğer sosyal ve ekonomik durumlarını gözetilmesi gerektiğini belirtmekte ise de güncel kanunumuzda bu kriterlere yer verilmemiştir.

Güncel yasal mevzuatımızda manevi tazminat için açıkça ödenmesi gereken miktarı veya bunun nasıl hesaplanacağını belirtmemiş, bu bedelin olayın niteliğine göre hâkim tarafından belirlenmesi gerektiği ifade edilmiştir. Burada manevi tazminatın tutarını belirleme görevi hâkimin takdirine bırakılmış ise de hükmedilen tutarın uğranılan manevi zararla orantılı, duyulan üzüntüyü hafifletici olması gerekmektedir.

Hâkim takdir hakkını kullanırken, ülkenin ekonomik koşulları, tarafların sosyal ve ekonomik durumları, paranın satın alma gücü, tarafların kusur durumu, manevi zarara neden olan olayın ağırlığı gibi özellikleri göz önünde tutması ve makul bir oranda manevi tazminat takdir edilmesi gerekmektedir.

Tazminat miktarının belirlenmesinde hakimlerin sıklıkla somut olay ve emsal karar karşılaştırılması yönetime başvurmakta olduğu görülmektedir.

Manevi tazminat ne zaman talep edilebilir?

Manevi tazminat davalarına ilişkin zamanaşımı süreleri açılacak davanın ve haksız fiilin niteliğine göre değişiklik gösterebilmektedir. Uğranılan bir haksız fiil sebebi ile açılacak manevi tazminat davalarında zarar gören kişinin zararı ve zarar veren kişiyi öğrenmesinden itibaren iki yıl, herhalde ise on yıl içinde davanın açılması gerekmektedir. İşlenen bir suç sebebi ile meydana gelen manevi zararların tazmini için bir dava açılacak ise burada suçun dava zamanaşımına bakılması gerekecektir.

22.6.1966 tarih ve 1966/7-7 Sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararı

İstihdam edilenin eylemi ile işin yapılması sırasında bedence zarara uğrayan kişinin veya ölenin ailesinin, istihdam edenden manevi tazminat isteyebilip isteyemeyeceği, isteyebilmesi halinde müstahdemin kusurunun aranıp aranmayacağı, müstahdemin kusuru aranacaksa, B.K.nun 47. maddesindeki hususi haller deyiminin ağır kusur anlamında uygulanıp uygulanmayacağı, kusurun ağırlığı sözünün kapsamı, hafif kusur halinde sorumlu tutulup tutulmayacağı konularında daire kararları arasında içtihat ihtilafı bulunduğundan bahisle ihtilafın, içtihadı birleştirme yolu ile giderilmesi 4. Hukuk Dairesi Başkanlığınca 1. Başkanlığa gönderilen 24.4.1966 tarih ve 131 sayılı yazı ile istenilmesi üzerine, keyfiyet hukuk kısmı İçtihadı Birleştirme Genel Kurulunda incelenip görüşüldü:

Daire kararları arasında, istihdam edilen Borçlar Kanunun 47. maddesi gereğince manevi tazminatla sorumlu tutulabilmesi için bu hükmün uygulama şartlarında, özellikle müstahdemin ağır kusurunun aranıp aranmaması konusunda ve zarar görenin olaya birlikte sebebiyet verme nispetinin tazminat istenemeyeceği gibi, aynı kanunun 47. maddesinin de ancak fail hakkında uygulanabilip, istihdam edene bu madde gereğince manevi tazminat yükletilemeyeceği düşüncesi ileri sürülmüştür.

Borçlar Kanununun 47. maddesi, haksız eylemden doğan ölüm veya cismani zarar olaylarında, mesnedi ister kendi hareketi, isterse başkasının hareketi olsun bütün maddi sorumluluk hallerinde uygulanabilecek bir hüküm olduğu için bu düşünce, üç muhalif oya karşı büyük çoğunluk tarafından kabule değer görülmemiştir.

II-Filhakika sözü geçen 47. madde gereğince, hakim hususi halleri nazara alarak cismani zarara duçar olan kimseye yahut adam öldüğü takdirde ölünün ailesine manevi zarar namiyle adalete muvafık tazminat verilmesine karar verebilir.

Görüşmeler sırasında beyan edilen bir fikre göre, 47. madde kusura dayanan bir sorumluluk vazeden 41. maddeden sonra gelen maddeler arasında yer aldığından ve kusursuz sorumluluk hallerini derpiş eden 55,56 ve 58. maddeler meyanında bulunmadığından kanundaki yeri itibariyle kusura istinat eden bir hüküm olduğu gibi, madde metnindeki “hususi haler” içinde nazara alınması gereken 1. amilin de kusur olduğu tabi bulunduğundan 47. madde mucibince manevi tazminata hükmedebilmek için tazminatın miktarına tesir edebileceğini ileri sürmüşlerdir.

Görüşmelere katılanların çoğunluğu bu düşünceye iştirak etmemiş ve istihdam edenin 47. madde gereğince manevi tazminatla sorumlu tutulacağı kabul edildiği için, bu maddenin uygulama şartları üzerinde durulmuş ve 47. maddenin kusura veya kusursuzluğa dayanan bir hüküm olmadığı sonucuna varılmıştır.

a) İşviçre Borçlar Kanunun 1881 tarihli metninde, hususi hal ve şartlar olarak kasıt ve ağır ihmal zikredilmişti. 1911 yılındaki tadilde “Kasıt ve ağır ihmal” tabirleri, 47. madde metnine alınmayarak çıkarılmıştır. (Becker, 41. madde şerhi, No. 5; Oser – Sehünenberger, 47. madde şerhi, No. 1.). Bu maddeye tekabül eden eski, 54. maddenin mer’i olduğu zamanda dahi, uygulamada kasıt ve ağır ihmal bir misal olarak telakki edilmiş ve bundan dolayı manevi tazminata hükmedilmesi, hafif kusur hallerinde bile imkan dahiline girmişti. (Becker, M. 47, No. 5).

b) Esasen isabetli bir neticeye vasıl olabilmek için 47. madde metni incelenirce, bu hükmün uygulama şartları arasında kusurun da bulunduğunu gösteren herhangi bir ibareye tesadüf edilmez. İsviçre metnine göre, bir kimsenin öldürülmesinde veya cismani zarara uğratılmasında hakim, özel hal ve şartları takdir ederek, mutazarrına veya öldürülenin yakınlarına uygun bir paranın manevi tazminat olarak ödenmesine hükmedebilir (Oser- Schönenberger, Recai Seçkin Tercümesi; Becker Kemal Reisoğlu Tercümesi).

Metindeki “özel hal ve şartlar”dan maksat, kendine mahsus yani olaya has hal ve şartlar, bir başka olayın özellikleri-hususiyetleri-dir.

c) Her ne kadar görüşmelerde azınlıkta kalan noktai nazara mesnet yapılan V. Turh’un Borçlar Hukuku adlı eserinin Türkçe tercümesinde “Kusurun fevkalade ağır bulunması halinde, iş sahibi manevi zarar namiyle bir tazminat ödemeye de mahkum edilebilir” denmekte ise de (C. Edege Tercümesi, Sah. 422-423), V. Tuhr- Siegwart. ikinci bası Almanca metninde bu cümle, “kusurun özel ağırlığı istihdam edeni 49. madde göreğince manevi tazminatla sorumlu kılabilir” şeklinde ifade edilmiş bulunmakta (Sah. 382-383) ve aynı eserin manevi tazminat başlıklı paragrafında da “bir manevi tazminat hakkı 49. maddedeki genel hükme göre, kanun başka türlü düzenlenmemişse (Not 4 a: mesela, 47. maddede böyledir. Federal Mahkeme bu hükmünden, kusur olmadan bir ölüm veya cismani zarardan sorumlu olana, manevi tazminat tahmil edilmesinin gayri mümkün olmadığı sonucunu çıkarıyor) yalnız zararın ve kusurun özel ağırlığı haklı kılarsa husul bulur” denmektedir. (sah.117).

İsviçre’de yayınlanmış eserlerden Oser-Schünenbegerin Borçlar Hukukunda “ölümün veya cismani zararın vukuunda kusuru bulunan, 47. madde gereğince manevi tazminatla sorumludur, fakat kusur nazara alınmaksızın bir eylemin sonucunu tekabbül etmeye mecbur olan dahi, manevi tazminatla müvekelleftir, zira zararın tazminine ilişkin hükümler burada da kıyasen uygulama yeri bulur. Şüphesiz kusurun bulunmadığı durumlarda hakimin takdir hakkı, ancak özel hal ve şartlar altında manevi tazminata hükmedilmesine imkan verir” (madde 47, No. 10) dendiği gibi, H. Becker dahi Borçlar Hukuku adlı eserinde 47. maddeye konu olan manevi tazminatın şartlarını anlatırken, “adam öldürmenin veya cismani zararın kusurlu surette yapılmış olmasının şart olmadığını” (madde 47, No. 2), tebarüz ettirmiştir.

47. maddeye dayanan manevi tazminat için kusurun şart olmadığı artık İsviçre Federal Mahkemesinin kararlarında da kabul edilmektedir. (Karl Oftinger, İsviçre Sorumluluk Hukuku, 1. cilt, 1958, sahife 262)

ç) 47. madde gereğince manevi tazminata hükmedebilmek için kusurun aranması, bu hükmün uygulanacağı maddi tazminat sorumluluğunun bütün halleri ile de kabili telif değildir.

Her ne kadar harsız eylemlerde kusur sorumluluğunun temelini teşkil eden 41. madde hükmü için böyle bir durum meydana gelmez ise de, temyiz kudreti bulunmayan şahısların sorumluluğu (madde 54), istihdam edenin sorumluluğu (madde 55), hayvanlar için sorumluluk (madde 56), eser malikinin sorumluluğu (madde 58), hatta aile başkanının sorumluluğu (Medeni K. madde 320) gibi kusur aranmayan sorumluluk hallerinde, maddi tazminata hükmedebilmek için kusur şart olmadığı gibi, bu durumlarda ölüm veya cismani zarar vuku bulmuşsa ayrıca 47. maddeye müsteniden manevi tazminat istenebilmesi için de yine kusurun mevcudiyeti şart değildir.

Bu konuda şu cihete de işaret etmek gerekir ki, mesela ilkokula giden çocuğu bir nakliyat şirketinin kamyonunun ezmesi sebebiyle veya küçük bebeği başkasının köpeğinin ısırması sonucu ölen yahut da türlü meşakkatlerle yetiştirdiği genç evladı yolu kenarındaki binanın çökerek altında kaldığı için aynı akıbete maruz kalan ana ve baba lehine, Borçlar Kanununun 45. maddesinin 2. fıkrasına göre aynı kanunun sırasiyle 55,56 ve 58, maddesi gereğince maddi tazminata hükmedebilmek için kusur şart tutulmadığı halde, manevi tazminatta kusurun aranması, normal hayat münasebetlerine ve itiyatlara da aykırı düşer.

47. madde, şartları tahakkuk ettiği takdirde, yalnız yukarıda sözü edilen sorumluluk hallerinde değil, özel kanunların sorumluluk yükleyen hükümlerinin uygulandığı yani maddi tazminata hükmedilen bütün hallerde ve bunların yanı başında tatbik yeri bulur (Becker, 47. madde şerhi No. 2; Oftinger, a.g.e. Sh. 262) Bu arada Karayolları Trafik Kanunu zikredilebilir.

d) Borçlar Kanunun (haksız eylemlerden doğan borçlar) kısmında maddi tazminat sorumluluğuna mesnet teşkil eden 41,54,55,56 ve 58. madelere mukabil manevi tazminat talebi hakkını veren 47. maddeden başka bir de 49. maddenin bulunduğu malumdur.

49. Maddeye göre, şahsi menfaatleri ihlal edilen kimse, kusurun mevcudiyeti halinde zararın tazminini; ihlalin ve kusurun özel ağırlığını haklı kılarsa, manevi tazminat olarak bir para miktarının ödenmesini isteyebilir. Hakim bu ödemenin yerine veya onun yanı başında, manevi tazminatın diger bir nevine de karar verebilir.

Demek oluyor ki, 49. madde mucibince maddi tazminat için kusurun mevcudiyeti manevi tazminat için de kusurun bilhassa ağır olması, şarttır.

47. maddede kusur şartının aranmaması, 49. maddenin şahsi menfaatlere, 47. maddenin ise hayata ve vücut bütünlüğüne ilişkin bulunmasının meydana getirdiği sonuçlara da uygun düşer.

47. madde, 41-53. maddelere tanzim edilen genel kurallar arasında yer almıştır. Bu itibarla, 47. maddenin tanzim tekniği bakımından kanunda işgal ettiği yer, bu madde hükmünün unsurları arasına kusuru da ithal etmeğe, hem kifayet etmez hem de elverişli değildir.

III-Borçlar Kanunun 47. maddesi gereğince manevi tazminata hükmolunabilmesi için, bu maddenin metninden doğan özel şartlarla birlikte hatta daha önce genel şartların yani olayda maddi tazminata hümedebilmenin tabi bulunduğu şartların tahakkuk etmiş olması lazımdır.

a) Genel şartlar, kusur unsuru istisna edilirse, kusur sorumluluğu ile kusura dayanmayan sebebiyet (illiyet) sorumluluğunun bütün hallerinde aynıdır.

Bunlar, 1) bir eylem (yahut imtina), 2) bir zarar, 3) zarar ile eylem arasında iliyet bağı, 4) eylemin hukuka aykırı olmasından ibarettir (H. Becker, m. 41 şerhi, No. 1; Schönenberger, m. 41 şerhi, No. 2)

Bu şartlardan en önemlisi, zarar ile eylem arasındaki illiyet bağıdır. Eğer olayda böyle bir illiyet bağı yoksa, sorumluluk da yok demektir.

Genel şartların sorumlulğun nevine göre bazı özellikler arz edeceği tabiidir. İçtihadın birleştirilmesine konu olan istihdam edenin 47 inci madde gereğince manevi tazminatla sorumlu tutulabilmesi için, 55 inci maddeye dayanan sorumluluğunun tahakkuk etmesi icap eder. Mamafih ölenin yakınları veya cismani zarara uğrayan, maddi ve manevi tazminatı birlikte dava edebilecekleri gibi, yalnız manevi tazminata hükmedilmesini de isteyebilirler. Her iki halde 55 inci maddeden doğan genel şartların yani önce bunlardan müspet şartların gerçekleşmesi, ondan sonra da menfi şartların tahakkuku, bir başka deyişle istihdam edenin ikame ettiği kurtuluş beyyinesinin amcına ulaşmaması lazımdır (K. Oftinger, a.g.e., clit: 2/1, 1960, Sah. 142-177; K. Reisoğlu, İstihdam Edenlerin Mesuliyeti, 1985, Sah. 30-59).

b) Borçlar Kanunun 47 inci maddesinden doğan özel şartlara gelince; bunlar, başlıca üç grupta toplanabilir :

1) Bir kimse ölmüş veya cismani zarara uğramış olmalıdır.

2) Davayı ölenin yakınları veya cismani zarar uğrayan kimse açmalıdır.

3) Özel hal ve şartlar, manevi tazminat hükmedilmesi gerektirmelidir.

Bu şartlardan sonucusu, içtihadı birleştirmenin esas konusunu teşkil etmektedir. Her ne kadar Kanunumuzda, İsviçre metninden farklı olarak hakimin manevi tazminata adelete tevfikan hükmedeceği yazılı ise de, hakim esasen özel hal ve şartları takdir ederken Medeni Kanunun 4 üncü maddesi mucibince hak ve nasafet kurallarına tabi olacağına göre, bu hükmü 4 üncü maddeyi teyit edici olarak telakki etmek gerekir.

Özel hal ve şartlar, her olaya göre değişir. Esasen maksat, yukarıda da açıklandığı gibi, olaya has hal ve şartlar, yani olayın özellikleridir.

Bu özelliklerin başında, manevi zararın önemli olması gelir. Eli çizilen bir kimseye cismani zarara uğradı diye kural olarak manevi tazminat hükmedilmesi icap etmez. Demek ki, cismani zarara uğruyan kimsede veya ölenin yakınlarında önemli bir manevi zarar (elem, ızdırap) husule gelmeli, yani gerçekten manevi bir tatmin ihtiyacı doğmuş bulunmalıdır. Ölüm vukubulmuşsa, sağlığında ölen ile davacı arasındaki münasebetin mahiyeti ve derecesi bu hususun takdirinde büyük rol oynar.

Bundan başka olayın oluş şekli, nazara alınır. Feci bir olay ile normal şartlar altında meydana gelmiş olan olay bir tutulamaz.

Nihayet ilgilerin yani failin, olaydan başka sorumlu varsa onun, mesela istihdam edenin, ölenin, davacıların içtimai vekilerinin, tahsil ve iktisadi durumlarının göz önünde tutulması lazımdır.

Kısacası kanun vazıı, her olayda meydana çıkan ihtiyacı karşılayan kesin bir kural koymaktaki zorluğu düşünerek, 47 inci madde metnini kasten elastiki bir şekilde formüle etmiş ve manevi tazminat hükmedilmesini gerekli kılan hal ve şartları, hakimin takdirine bırakmıştır. (K. Oftinger, a.g.e., Cilt: 1, Sh. 265). Tabiatıyla bu takdirde, bir yanılma durumu olmamalıdır.

Eğer olayda failin veya onun hareketinden sorumlu olan şahsın, mesela istihdam edenin kusuru varsa, bu kusurun veya cismani zarara uğrayan yahut da ölen, zarara birlikte sebebiyet vermişse, sebebiyet verme nispetlerinin veya karşılıklı kusurlarının manevi tazminat hükmedilmesinde ve miktarında nazara alınması icap eder. Mücerret müterafik kusur veya birlikte sebebiyet verme durumu, manevi tazminat hüküm edilmesine engel değildir; ancak, müterafik kusur veya birlikte sebebiyet verme nispeti, manevi tazminat hükmedilmesini haksız ve yersiz kılacak derecede ağır ve büyük olursa, hakim manevi tazminataa hükmetmeyebilir. (H. Becker, m. 47, No 2; Oser- Schönenberger, m. 47, No. 12; v. Tuhr Siegwart, Cilt: 1, Sh. 117, Not: 46; K. Oftinger, Cilt: 1, Sh 269).

İsviçreli Hukukçulardan H. Becker (1942, madde 47, No. 8) ve K. Oftinger’in (1985 cilt: 1, Sh. 269) eserlerinde işaret ettikleri gibi hakim manevi tazminata hükmederken para değerini de düşünmelidir. Hükmettiği meblağ, bir sadaka niteliği taşımamalı, kısmen de olsa bir manevi tatmin fonksiyonu ifa etmelidir. Mamarif diğer tarafın müzayaka haline düşmesine, onun mahvına da meydan vermemelidir.

Esasen manevi tazminat, ne bir ceza, ne de gerçek manasında bir tazminattır. Ceza değildir; çünkü, davacının menfaati düşünülmeksizin, sorumlu olana hukukun ihlalinden dolayı yapılan bir kötülük değildir. Mamelek hukukuna ilişkin bir zararın karşılanması amaç edinmediği için de , gerçek manasında bir tazminat, mağdurda veya zarara uğrayanda bir huzur hissi, bir tatmin duygusu tevlit etmelidir (H. Becker, m. 47, No. 1).

Hakimin manevi tazminat miktarını tayin ederken, Borçlar kanununu 43 ve 44 üncü maddelerindeki kuralları, “özel hal ve şartları” takdir ederken kıyasen uygulaması, kusursuz sorumluluk hallerinde ve olayda kusur bulunmadığı takdirde, kusurun dışında kalan amilleri, alelıtlak kusurun mevcudiyeti halinde ise kusur da dahil bütün faktörleri takdirine mesnet yapması gerekir (Oser-Schönenberger, m. 47, No. 12; Oftinger, a.g.e., Cilt: 1, Sh. 269).

KARAR :

İstihdam edenin Borçlar Kanununun 47 inci maddesi gereğince manevi tazminatla sorumlu tutulabilmesi için ne kendisininin, ne de müstahdeminin kusurunun şart olmadığına, hakimin sebebiyet (illiyet) münasebeti bulunmak kaydıyla özel hal ve şartları takdir ederek manevi tazminata hükmedebileceğine, varsa müstahdemin veya istihdam edenin yahut her ikisinin kusurunun ve ölenin veya cismani zarara uğrayanın birlikte sebebiyet verme nispetinin yahut müterafik kusurunun özel hal ve şartlar içinde takdir edilmesi gerektiğine, ilk toplantıda üçte iki çoğunluk sağlanamadığından ikinci toplantıda mevcudun yarısını geçen çoğunlukla ve 26/6/1966 tarihinde karar verildi.

KARŞI OY

N.Tüzünkan, Ş.Arınç, H.Günçel, K.Terzioğlu, N.A.Ozanalp, D.Turhan, N.Renda, E.Şener, M.R.Kayganacıoğlu:

Kusur şarttır.

Z.Dokumacı :

BK.nun 55. maddesinin 47. maddesi ile birlikte incelenmesi, ona göre işlem yapılması reyindeyim.

N.O.Akçakayalıoğlu :

Adamın kusurundan dolayı dahi olsa istihdam eden tazminatla sorumlu değildir.

M.Zafir :

Müstahdemin ağır ve galip kusuru şarttır.”

Aşağıdaki Çalışmalar İlginizi Çekebilir

Address: Karşıyaka Tower No:12 Kat:9 Daire:59 Karşıyaka/İzmir

E-mail: info@efeshukuk.com

Phone: +90 553 463 7079

Yatırım Süreçlerinde Kitle Fonlama

Yatırım Süreçlerinde Kitle Fonlama

Yatırım Süreçlerinde Kitle Fonlama – İzmir Avukat

27 Ekim 2021 tarihli Resmi Gazete’de yayınlanan Kitle Fonlaması Tebliği (“Tebliğ”) ile yasal mevzuatımıza giren kitle fonlama süreci hızlı bir şekilde dünyada yaygınlık kazanan yeni nesli bir sermaye elde etme çeşididir. Tebliğ kapsamında kitle fonlaması, projenin ihtiyaç duyduğu fonu sağlamak amacıyla Kurul tarafından belirlenen esaslar dâhilinde Kanunun yatırımcı tazminine ilişkin hükümlerine tabi olmaksızın platformlar aracılığıyla halktan para toplanması olarak tanımlanmıştır.

Kitle Fonlama Çeşitleri Nelerdir?

Sıklıkla dört faklı sınıfta incelenmekte olan kitlesel fonlama; ödül bazlı, bağış bazlı, hisse bazlı ve borç bazlı olarak 4 farklı kategoriye ayrılır. Tebliğ ile ülkemizde borçlanmaya dayalı kitle fonlaması ve paya dayalı kitle fonlaması düzenlenmiştir.

Borçlanmaya dayalı kitle fonlaması, kitle fonlaması borçlanma aracı karşılığında platformlar aracılığıyla halktan para toplanmasını; paya dayalı kitle fonlaması ise pay karşılığında platformlar aracılığıyla halktan para toplanmasını ifade etmektedir. Bu çalışmamız kapsamında da bu iki kitle fonlama çeşidi üzerinde durulacaktır.

Kitle Fonlama Platformu Nedir?

Yasal mevzuat kapsamında kitle fonlama süreçerinin yürütülebilmesi için kurulacak şirketlere bir takım sınırlama ve yükümlülükler getirilmiştir. Paya ve/veya borçlanmaya dayalı kitle fonlamasına aracılık eden ve elektronik ortamda hizmet veren kuruluşlar Tebliğ ile “Platform” olarak adlandırılmaktadır.

Platformlar kanun gereği münhasıran paya ve/veya borçlanmaya dayalı kitle fonlaması faaliyetini yürütebilecekleri düzenlenmiştir. Bu süçerler çerçevesinde Platformların aşağıda belirtili faaliyetleri ise saklı tutulmuştur:

  • a) Bu faaliyetin yürütülmesi esnasında girişimciye, girişim şirketine ve fonlanan şirkete yönelik danışmanlık hizmeti vermesi,
  • b) Girişim sermayesi yatırım fonu kurmak üzere Kuruldan faaliyet izni alan portföy yönetim şirketleri ile Bireysel Katılım Sermayesi Hakkında Yönetmelik uyarınca akredite edilmiş ve anonim ortaklık olarak kurulmuş bireysel katılım yatırımcısı ağlarına iştirak etmeleri,
  • c) Her bir kampanya için hedeflenen fon miktarının azami %20’sine kadar olacak şekilde, kampanyalara toplamda özkaynaklarının azami %50’sine kadar fon sağlamaları,
    bu fıkraya aykırılık teşkil etmez.

Kitle Fonlama Platformu’nun Gerçekleştiremeyerceği Faaliyetler

Tebliğ çerçevesinde Platformlar;

  • Faiz veya her ne ad altında olursa olsun bir ivaz karşılığı veya rehin almak suretiyle kredi veya ödünç para verme işlerine aracılık edemezler ve pay dışında herhangi bir sermaye piyasası aracı karşılığında kitle fonlaması faaliyeti yürütemezler.
  • Platformlar, gayrimenkul ve gayrimenkule dayalı hakların alım satımı ve gayrimenkul projelerinin geliştirilmesi ile diğer şirketlere yatırım yapılması amaçlı projelere ilişkin kitle fonlaması faaliyeti yürütemezler.
  • Platformlar yurt dışında yerleşik gerçek ve tüzel kişilere yönelik Türkiye’de yerleşik kişilerden fon toplanması amacıyla pkitle fonlaması faaliyeti yürütemezler.
  • Platformlar projelere ilişkin yatırımcılara yönelik olarak yatırım tavsiyesi niteliğindeki değerlendirme, analiz ve yorumlarda bulunamazlar.
  • Platformlar, kampanya süreci tamamlanmamış projeleri tanıtmaya yönelik basılı ya da elektronik ortamda paylaşılan tanıtıcı bilgiler ile platforma veya kampanya sayfasına yönlendirme yapan tanıtımlar hariç olmak üzere kampanyası yürütülen projelere ait ticari ürün ve/veya hizmetlerin reklamlarını yayımlayamazlar.
  • Platformlar;
    a) Kendilerinin kitle fonlaması yoluyla fonlanmasına yönelik,
    b) Kendilerine ait projelerin veya sermayelerinin %20 veya daha fazlasını temsil eden paylarına veya oy haklarına, yönetim kurulunda temsil edilme hakkı veren imtiyazlı paylarına sahip oldukları girişim şirketlerine veya tüzel kişi girişimcilere ait projelerin kitle fonlaması yoluyla fonlanmasına yönelik,
    c) Ortakları, yönetim kurulu ve yatırım komitesi üyeleri ile bu kişilerin eşlerinin, alt ve üst soylarının tek başlarına veya birlikte sermayesinin  %20 veya daha fazlasını temsil eden paylarına veya oy haklarına, yönetim kurulunda temsil edilme hakkı veren imtiyazlı paylarına sahip oldukları girişim şirketlerinin veya tüzel kişi girişimcilerin veya bu kişilere ait projelerin kitle fonlaması yoluyla fonlanmasına yönelik,
    kampanya yürütemezler.
  • Geniş yetkili aracı kurumlar hariç platformlar paya veya borçlanma aracına  ilişkin olarak ikincil piyasa işlemlerine aracılık edemezler. Platformların internet siteleri üzerinden üyelerin kendi aralarında iletişim kurmalarına imkan tanınması bu hükme aykırılık teşkil etmez.

Paya Dayalı Kitle Fonlamasında Yatırım Sınırları Nelerdir?

Kurulun, girişim sermayesi yatırım ortaklıklarına ilişkin düzenlemelerinde tanımlanan nitelikli yatırımcı olmayan gerçek kişiler, bir takvim yılı içinde paya dayalı kitle fonlaması yoluyla azami 50.000 Türk Lirası yatırım yapabilir. Ancak bu sınır 200.000 Türk Lirasını aşmamak kaydıyla, yatırımcının platforma beyan ettiği yıllık net gelirinin %10’u olarak uygulanabilir.

Borca Dayalı Kitle Fonlamasında Yatırım Sınırları Nelerdir?

Kurulun, girişim sermayesi yatırım ortaklıklarına ilişkin düzenlemelerinde tanımlanan nitelikli yatırımcı olmayan gerçek kişiler, bir takvim yılı içinde borçlanmaya dayalı kitle fonlaması yoluyla azami 50.000 Türk Lirası yatırım yapabilir. Ancak bu sınır 200.000 Türk Lirasını aşmamak kaydıyla, yatırımcının platforma beyan ettiği yıllık net gelirinin %10’u olarak uygulanabilir. Nitelikli yatırımcı olmayan gerçek kişiler, borçlanmaya dayalı kitle fonlaması yoluyla bir projeye azami 20.000 Türk Lirası yatırım yapabilir.

Girişim Şirketlerinin Sahip Olması Gereken Özellikler Nelerdir?

Paya ve/veya borçlanmaya dayalı kitle fonlaması yoluyla fon toplayacak girişim şirketlerinin;

  1. Teknoloji faaliyeti ve/veya üretim faaliyetinde bulunmaları,
  2. Tabi oldukları mevzuat uyarınca hazırlayacakları en son yıllık ve varsa son güncel ara dönem finansal tablolarında, Ortaklıkların Kanun Kapsamından Çıkarılması ve Paylarının Borsada İşlem Görmesi Zorunluluğuna İlişkin Esaslar Tebliği (II-16.1)’nin 8 inci maddesinde finansal tablo kalemleri için öngörülen eşikleri aşmamaları,
  3. Düzenli olarak takip ve kontrol edilen tescil edilmiş internet sitelerinin bulunması, zorunludur.

Paya Dayalı Hisse Fonlaması Yapamayacak Şirketler

Halka açık ortaklıklar, Halka açık ortaklıklar ile sermaye piyasası kurumlarının, önemli etkiye sahip ortak konumunda bulunduğu şirketler.

Borçlanmaya Dayalı Hisse Fonlaması Yapamayacak Şirketler

Halka açık ortaklıklar, Platforma başvuru tarihi itibarıyla itfa edilmemiş borçlanma aracı bulunan ihraççılar, Halka açık ortaklıklar ve sermaye piyasası kurumları ile platforma başvuru tarihi itibarıyla itfa edilmemiş borçlanma aracı bulunan ihraççıların önemli etkiye sahip ortak konumunda bulunduğu şirketler.

Girişim Şirketi Tarafından Kampanya Yürütülebilmesi İçin Gerekli Şartlar

  1. Girişim şirketinin fonlanması talep edilen proje dışında herhangi bir faaliyetinin bulunmaması,
  2. Girişim şirketinin kampanya süresi sonunda oluşacak ortaklık yapısına bilgi formunda açıkça yer verilmesi,
  3. Girişim şirketinin kampanya sürecinin sona ermesini müteakip, fonlanması talep edilen proje dışında başka bir faaliyete geçmesinin TTK’nın 421 inci maddesinin üçüncü fıkrasında belirtilen nisaplar ile alınacak genel kurul kararıyla mümkün olabileceğine dair esas sözleşmesinde hüküm bulunması,
  4. Girişim şirketinin bilgi formunda yer verilen en son tarihli finansal tablolarında, Kurulun ilgili düzenlemelerinde tanımlanan ilişkili taraflarından olan ticari olmayan alacaklarının tüm alacaklar toplamına olan oranının %20’yi veya aktif toplamına olan oranının %10’u geçmemesi,
  5. Girişim şirketinin bilgi formunda yer verilen en son tarihli finansal tablolarında, Kurulun ilgili düzenlemelerinde tanımlanan ilişkili taraflarına olan ticari olmayan borçlarının tüm borçlar toplamına olan oranının %20’yi ve teknoloji faaliyeti ve/veya üretim faaliyetinden kaynaklanmayan finansal borçlar tutarının, aktif toplamının %10’unu geçmemesi,
    gerekmektedir. Borçlanmaya dayalı kitle fonlaması yoluyla fon toplayacak girişim şirketleri için 4 ve 5. maddelerdeki şartların sağlanmış olması yeterlidir.

Girişim Şirketi’nin Anonim Şirket Olması veya Tür Değişikliği İle Anonim Şirkete Çevrilmesi

Toplanan fonların aktarılmasından önce girişimci tarafından yeni bir anonim şirketin kurulmuş, limited şirket türündeki girişim şirketleri için anonim şirkete dönüşümün tamamlanarak ticaret siciline tescil ettirilmiş olması ve bu fonların yalnızca sermaye artırımı suretiyle çıkarılacak paylar karşılığında fonlanan şirkete aktarılması zorunludur.

Girişim Şirketi İle Platform Arasında Akdedilecek Kitle Fonlaması Sözleşmesinin Asgari Unsurları

  1. Sözleşmenin tarafların tanıtıcı bilgiler.
  2. Tarafları temsile yetkili kişiler.
  3. Sözleşmenin tarihi ve geçerlilik süresi.
  4. Sözleşmenin konusu ve amacı.
  5. Projenin kapsamı ve amacı.
  6. Varsa ek satış dahil hedeflenen fon tutarı.
  7. Kampanya sürecinde uygulanacak prosedürler.
  8. Çıkarılacak paylar ile bu payların tahsisat ve dağıtım esasları.
  9. Sözleşmenin taraflarının hak ve yükümlülükleri.
  10. Alınacak ücret, komisyon ya da diğer menfaatler.
  11. Sözleşme taraflarının birbirine bilgi verme esasları.
  12. Sözleşme şartlarının değiştirilmesine ilişkin esaslar.
  13. Sözleşmenin feshine ilişkin hükümler.
  14. Uyuşmazlık halinde başvurulacak yargı mercii veya ulusal tahkim merkezi.

Kitle Fonlama Kampanya Süreci

Kampanya süresi, yatırım komitesi tarafından onaylanmış bilgi formunun kampanya sayfasında yayımlandığı tarihte başlar ve bu süre altmış günü geçemez. Platform üyeleri tarafından kampanya süresi boyunca ilgili projeye yönelik fon sağlama talepleri platforma iletilir.

Yatırımcılar tarafından fon sağlamaya ilişkin ödeme emrinin verildiği andan itibaren 48 saat içinde cayma hakkına yönelik bildirimin platforma iletilmesi suretiyle hiçbir sebep gösterilmeksizin cayma hakkının kullanılması mümkündür.

Kampanyanın erken sonlanması veya kampanya süresiyle birlikte cayma hakkı sürelerinin tüm yatırımcılar bakımından sona erdiği tarih itibarıyla hedeflenen fon tutarının toplanmış olması durumlarında varsa toplanan fon tutarının nemasının yatırımcılara iadesi sonrasında;

  • Kampanya süresinin sona ermesini takip eden doksan gün içinde bir anonim şirket kurulması zorunludur. Anonim şirketin kurulması ile emanet yetkilisi nezdinde platform adına açılan hesapta bloke edilen fon, fonlanan şirketin emanet yetkilisi nezdinde açılan bloke hesabına aktarılır ve en geç kuruluş işleminin ticaret siciline tescilini takip eden otuz iş günü içinde fonlanan şirket tarafından toplanan fon tutarı kadar sermaye artırımı yapılır.
  • Fon toplayan girişim şirketinin halihazırda mevcut bir anonim şirket olması durumunda, platform adına emanet yetkilisi nezdinde açılan hesapta bloke edilen fon, fonlanan şirketin emanet yetkilisi nezdinde açılan bloke hesabına aktarılır ve fonlanan şirket tarafından kampanya süresinin sona ermesini takip eden 30 iş günü içinde toplanan fon tutarı kadar sermaye artırımı yapılır.
  • Fon toplayan girişim şirketinin halihazırda mevcut bir limited şirket olması durumunda, kampanya süresinin sona ermesini takip eden doksan gün içinde anonim şirkete dönüşüm işlemlerinin tamamlanmış olması, dönüşüm öncesi bilançoda yer alan özkaynak kalemlerinin, dönüşüm sonrası ortaklığın açılış bilançosunda sermaye hesabı altında bir toplulaştırma yapılmadan, bilançoda ayrı kalemler olarak dönüşüm öncesi şirketin devamı olacak şekilde gösterilmiş olması ve söz konusu hususun tespitine ilişkin mali müşavir raporunun düzenlenmesi, toplanan fonun, anonim şirkete dönüşümü takiben fonlanan şirketin emanet yetkilisi nezdinde açılan bloke hesabına aktarılması öncesinde anılan mali müşavir raporunun kampanya sayfasında ilan edilmesi gerekir. Platform adına emanet yetkilisi nezdinde açılan hesapta bloke edilen fon, fonlanan şirketin emanet yetkilisi nezdinde açılan bloke hesabına aktarılır ve fonlanan şirket tarafından dönüşüm işlemlerinin tamamlanmasını takip eden 30 iş günü içinde toplanan fon tutarı kadar sermaye artırımı yapılır.

İlginizi çekebilecek benzer çalışmalarımız;

Address: Karşıyaka Tower No:12 Kat:9 Daire:59 Karşıyaka/İzmir

E-mail: info@efeshukuk.com

Phone: +90 553 463 7079