Kazai Rüşt Davası

Kazai Rüşt Davası

Kazai Rüşt Davası – İzmir Avukat

Türk hukukuna göre erginlik yaşı 18’dir. Kazai rüşt kavramı ise yargı yolları ile kişinin ergin kılınmasıdır. Kazai rüşt davası ile bireyin 18 yaşını doldurmadan önce mahkeme kararıyla ergin kılınması sağlanır. Türk Medeni Kanunu m.12’de düzenlenen kazai rüşt kendi hayatını düzenleyebilecek, işlerini çevirebilecek olgunluktaki küçüğün işlerini tek başına üstlenmesini içermektedir. Küçük, kazai rüşt kararı ile ergin kılınarak bu üstlenmeyi sağlayabilecektir. Fakat kazai rüşt kararı için birtakım şartların varlığı aranmaktadır. Bu anlamda ilk olarak küçüğün kendi isteği, velisinin onayı ve mahkeme kararı gereklidir. Aynı zamanda küçüğün en az 15 yaşını tamamlamış olması, erginlik kararının küçüğün menfaatine uygun olması şartları da aranmaktadır. Küçük velayet altında değil de vesayet altında ise hem vesayet hem de denetim makamının izninin bulunması gerekecektir.

Kazai Rüşt Davası Şartları Nelerdir?

Kazai rüşt davası için gerekli şartların gerçekleşmesi halinde görevli ve yetkili mahkeme tarafından erginlik kararı verilecektir. Bu şartlardan yukarıda bahsetmekle birlikte yeniden göz atmak faydalı olacaktır. Kazai rüşt davası şartları:

  • 15 yaşın tamamlanmış olması,
  • Küçüğün talebinin bulunması,
  • Velayet altında olan küçüğün velisinin izninin alınması,
  • Vesayet altındaki küçük için vesayet ve denetim makamının izninin alınması,
  • Verilecek olan kazai rüşt kararı küçüğün menfaatine uygun olmasıdır.

Küçüğün mahkemeye başvuru yaptığı tarihte 15 yaşını tamamlamamış olması mümkündür. Burada gerekli olan, karar anında 15 yaşın tamamlanmış olmasıdır. Küçüğün isteğinin bulunması şartını; fiil ehliyetsizliğini koruyan hükümlerden faydalanamayacak olması, ebeveynlerinin bakım ve gözetim yükümlülüklerinin kalkacak olması gibi kişiliğini yakından ilgilendiren hususların varlığı gerekli kılmıştır. İstekte bulunma şahsa bağlı bir hak olduğundan küçük kendi hür iradesi ile bu kararı vermelidir. Velayet makamı olan veli küçüğün anası ile babası olacaktır. Bu anlamda ikisinin de rıza göstermesi gerekmektedir. Son şart olan menfaate uygunluk ise hakimin takdir yetkisi ile ilgilidir. Hakim diğer şartların hepsi gerçekleşse dahi hakim bu kazai rüşt kararını küçüğün menfaatlerine aykırı bulursa kararı vermekten kaçınabilir.

Medeni Kanunun 12.maddesine göre; “Onbeş yaşını dolduran küçük, kendi isteği ve velisinin rızasıyla mahkemece ergin kılınabilir.”

Yargıtay kararları da 6100 s. HMK uyarınca çekişmesiz yargı işlerinden olan kazai rüşt kararı davasında uyuşmazlığın Sulh Hukuk Mahkemesinde görülmesini öngörmektedir. (T.C. Yargıtay 17. Hukuk Dairesi Esas No:2011/13317 Karar No:2011/13407 K. Tarihi:30.12.2011) Dolayısıyla kazai rüştgörevli mahkeme Sulh Hukuk Mahkemeleridir.

Kazai Rüşt Davası Yargılama Usulü

Öncelikle kazai rüşt davasında, küçüğün nüfus kaydı istenerek on beş yaşının tamamlanıp tamamlanmadığı incelenir. Sonrasında, ergin kılınma talebinde küçüğün bir menfaatinin bulunup bulunmadığı, eğer izin verilmezse bir hak kaybı ya da zararın doğup doğmayacağı tanık ve gerekirse bilirkişi görüşüyle araştırılır. Küçüğün ayırt etme gücüne sahip olup olmadığı doktor raporuyla tespit edilir. Hakim erginliğe karar verirse aynı zamanda küçüğün hangi tarihten itibaren ergin (reşit) sayılacağını da tespit ve ilan eder.

Kazai Rüşt Davasının Sağladığı Menfaatler

Kazai rüşt davası, küçüğün menfaatine olan eğitim, vatandaşlığın kazanılması veya kaybı, okul başvurusu vb. durumlarda yasal anlamda erginlik şartının getirildiği durumlarda kullanılabilmektedir. Bir başka anlatımla kazai rüşt davası, kişiye kanunda ‘’erginlik’’ şartı aranan durumlarda fayda sağlar. Bunu dışında, kanunda bazı durumlarda ayırt etme gücü ve erginliğin yanı sıra ‘’18 yaş’’ sınırı mevcuttur. Kazai rüşt davası, bu anlamda küçüğe fayda sağlamaz. Zira kazai rüşt davası küçüğün yaşını büyütmez, mevcut yaşı ile kanun karşısında yetişkin olmasının yolunu açar. Örneğin 16 yaşındaki küçük, kazai rüşt davası ile ergin kılınabilir; fakat kazai rüşt davası ile ergin kılınmış olsa dahi evlenme yaşını tamamlamadıkça evlenemez. Yargısal anlamda verilen kazai rüşt kurucu yenilik doğuran bir haktır. Bunun anlamı ise, kesindir ve geri alınamaz.

Benzer ilginizi çekebilecek yazılarımız;

İzmir Boşanma Avukatı

Adres: Karşıyaka Tower No:12 Kat:9 Daire:59 Karşıyaka/İzmir

E-posta: info@efeshukuk.com

Telefon: +90 553 463 7079

İcra Hukukunda Süreler

İcra Hukukunda Süreler – İzmir İcra Avukatı

İcra ve İflas Hukuku bakımından kanunda düzenlenen süreler büyük önem kazanmaktadır. Çünkü etkin bir icra takibinin yapılabilmesi için süre çok uzun tutulmamalı ve böylece taraflar uzun bir süre, bu sürecin içerisinde bulunmak zorunda kalmamalıdır. Tüm bu sebeplerle İcra ve İflas kanununda çeşitli amaçlarla düzenlenmiş olan sürelerin varlığından söz etmek gerekecektir. İcra hukukunda itiraz süresi, haciz isteme süresi, satış isteme süresi, şikayet süresi vb. iş ve işlemlerin yapılması için icra ve iflas kanununda bir takım süreler belirlenmiştir. Bu süreler taraflar için ve cebri icra organları için süreler olarak iki şekilde düşünülebilir.

A. Taraflar İçin Olan Süreler Nelerdir?

Alacaklı ve borçlu taraflar için konulmuş sürelerdir. Kanunda ilgililer için belirlenen icra hukukunda süreler hak düşürücü sürelerdir. İlgili kişiler, yapmak istedikleri işlem için kanunda öngörülen süreler içerisinde işlem yapmazlarsa o işlemden beklenen faydayı sağlama imkanını kaybetmektedir. Örneğin, alacaklı kişi borçlunun taşınmazına haciz koymuş ise hacizli malın satışını icra hukukunda süreler kapsamında 1 yıl içerisinde talep etmelidir. Alacaklı kişi tarafından icra hukukundaki süresi içerisinde hacizli malın satışı istenmez ise hacizli mal üzerindeki haciz kalkar.

B. Cebri İcra Organları İçin Olan Süreler Nelerdir?

Kanunda belirtilen diğer süreler, cebri icra organları için belirlenen sürelerdir. Cebri icra organları için belirlenen süreler hak düşürücü süreler değildir. Bunun anlamı, tarafların aksine cebri icra organlarında süresi geçtikten sonra yapılan işlemler de geçerli sayılmaktadır. Eğer söz konusu işlem bakımından kendisine bir takdir yetkisi tanınmamışsa, cebri icra organı, (örn. hakim) bu işlemi kanunda belirtilen süre içerisinde yapmak mecburiyetindedir. Ancak cebri icra organı işlemi kanunda belirtilen süre içerisinde yapmazsa bu süreler niteliği itibariyle hak düşürücü süreler olmadığından dolayı işlem hükümsüz olmayacak, aksine geçerli bir işlem olarak kabul edilecektir. Ancak elbette taraflardan biri işlemin süresi içinde yapılmamasından dolayı zarar görmüşse, bu zararın giderilmesini talep etme hakkına da sahiptir.

Sürelerin Hesabı Nasıl Yapılır?

İcra İflas Kanununda da, Hukuk Muhakemeleri Kanunu ve Türk Borçlar Kanunu’nda olduğu gibi gün, ay ve yıl hesabı belirtilmektedir. Sürelerin nasıl hesaplanması gerektiği konusu İcra ve İflas Kanunu madde 19’da düzenlenmiştir. Buna göre bir işlemin yapılması için “gün” bazında bir müddet verilmişse burada ilk gün hesaba katılmayacaktır. Eğer müddet ay ve sene bazında verilmişse, süre ayın veya senenin kaçıncı gününde işlemeye başladıysa sona ereceği ay veya senenin aynı gününde bitecektir. Ancak sürenin biteceği ayın sonunda böyle bir gün bulunmuyorsa o zaman o ayın son gününde bitecektir. Diğer bir yandan, verilen sürenin son günü eğer tatil gününe rastlıyorsa bu durumda da süre tatili takip eden günde sona erecektir. Bu süre, son günün tatil saatinde bitmiş sayılacaktır. Her işlem için kanunda ayrı ayrı süreler ve sürelerin başlama tarihleri belirtilmiştir.  Kanunda belirlenen hali ile süreleri inceleyecek ve örnekleyecek olursak:

  1. İcra hukukunda ay veya yıl olarak belirtilen süreler, ayın veya yılın kaçıncı günü işlemeye başlamış ise, biteceği ay veya yılın aynı gününde biter. Örneğin 30 Nisan 2023 tarihinde işlemeye başlayan 1 yıllık süre, 30 Nisan 2023 günü mesai bitimi saatinde biter.
  2. İcra hukukunda gün olarak hesaplanan sürelerde, ilk gün hesaba katılmaz. Örneğin 2 Nisan Salı günü tarafınıza ulaşan bir ödeme emrinde yedi günlük itiraz süresi, 3 Nisan çarşamba günü işlemeye başlar ve itiraz süresi 9 Nisan salı günü mesai bitiminde biter.
  3. Ay veya yıl olarak belirtilen bir süre, ay sonuna doğru işlemeye başlar ve biteceği ayın sonunda öyle bir gün yok ise, o ayın son gününde biter.
  4. İcra hukukunda sürelerin içerisinde kalan resmi tatil günleri süreye dahildir.
  5. İcra hukukunda sürelerin hesaplanmasında, sürenin başlamasına rastlayan tatil günleri de hesaba katılır. Örneğin cumartesi elinize ulaşan bir ödeme emrinde itiraz süresinin ilk günü pazar günüdür. İtiraz süresi pazar günü işlemeye başlar.
  6. Sürenin son günü resmi tatile denk geliyor ise süre, tatili takip eden ilk iş gününün mesai bitiş saatinde son bulur.  İstisna : İcra daireleri ve icra mahkemelerinde adli tatil hükümleri uygulanmaz.

Görüldüğü gibi, İcra ve İflas Kanununda düzenlenen sürelerin çok büyük bir kısmı icra takibinin tarafları için düzenlenmiştir. Bu süreler nitelikleri itibariyle hak düşürücü sürelerdir. Dolayısıyla işlem eğer kanunda belirtilmiş olan süre içerisinde yapılmazsa, bu süreden sonra bir daha yapılmaları olanaksızdır.

İlginizi çekebilecek benzer çalışmalarımız;

Adres: Karşıyaka Tower No:12 Kat:9 Daire:59 Karşıyaka/İzmir

E-posta: info@efeshukuk.com

Telefon: +90 553 463 7079

Boşanmada Yargılama Usulü

Boşanmada Yargılama Usulü

Boşanmada Yargılama Usulü – İzmir Boşanma Avukatı

Boşanma davaları, tarafların boşanma, boşanmanın ferileri(velayet, tazminat, nafaka, çocukla kişisel ilişki) ziynet eşyaları ve mal paylaşımı gibi boşanmaya ilişkin tüm hususlar üzerinde anlaşıp anlaşamamalarına göre, anlaşmalı boşanma davası ve çekişmeli boşanma davası olarak ikiye ayrılmaktadır. Bu makalemizde boşanmada yargılama usulü ve işleyişi üzerinde duracağız.

Çekişmeli boşanma davasında yazılı yargılama esastır ve usul kuralları ile sürelere son derece özen gösterilmesi gerekmektedir. “Usul esasa mukaddemdir” sözünden hareketle, esasa ilişkin hususlar ileri sürülürken usule ilişkin kurallar asla gözden kaçırılmamalıdır.

a. Boşanmada Yargılama Usulü Aşamaları Nelerdir?

Boşanmada yargılama usulü TMK madde 184’de düzenlenmiştir. Bu usul dışında yargılama Hukuk Muhakemeleri Kanununa göre yapılmaktadır. Boşanmada yargılama usulü, yazılı yargılama şekilnde uygulanmaktadır. Bu usule göre de sırasıyla her iki taraf da iddialarını sunmak için mahkemeye ikişer adet dilekçe verir bu aşama, dilekçeler aşamasıdır.  Akabinde mahkeme her iki tarafı çağırıp ön inceleme duruşması yapar. Ön inceleme duruşması ile uyuşmazlık konuları tespit edilir bunlara ilişkin deliller toplanır. Ön inceleme duruşmasının tamamlanması ile tanıkların dinlendiği, delillerin tartışıldığı tahkikat duruşmaları yapılır. Bu duruşma sayıları tanık sayısına göre değişebilmektedir. Genel itibari ile boşanmada yargılama usulü bir duruşma günü içerisinde iki davacı iki davalı tanığı dinlenmesi şeklindedir. Tüm delillerin toplanmasının ardından, taraflara son kez diyeceklerinin sorulduğu sözlü yargılama yapılır, karar verilerek dava sonuçlandırılır.

b. Boşanmada Yargılama Usulü Farkları Nelerdir?

Diğer davalardan farklı olarak uygulanması gereken özel kurallar ise şunlardır;

▪️ Boşanmada yargılama usulü şeklinde hakime geniş takdir yetkisi verilmiştir. Hakim öncelikle dosya içerisinde bulunan fotoğraf, video vs. kayıtları, tanık beyanlarını ve diğer delilleri değerlendirerek iddia edilen olayların vicdanen yaşandığına kanaat getirmedikçe bu olayların yaşandığı ispatlanmış sayılmayacaktır. Bu ilke keyfi uygulanmayacaksa da iddia edilen vakalar ispat edilmiş olsa dahi hakim vicdanen ispat edildiğine kanaatte getirmezse davayı reddedebilecektir.

▪️Hukuk yargılamasında kesin delil niteliğinde olan yemin deliline boşanma davalarında başvurulamamaktadır. Hakim ya da taraflar, taraflara bir vakanın meydana gelip gelmediği konusunda yemin öneremez.

▪️Hukuk yargılamasında kabul beyanı davayı sonlandıran bir işlemdir. Ancak boşanma davalarında hakim, tarafların iddia edilen olayların yaşandığını kabul etmesi durumunda bu kabul beyanı ile bağlı değildir. Hakim bu beyanı diğer delillerle birlikte değerlendirecektir.

▪️Hakim burada öne sürülen iddiaları deliller kapsamında objektif esaslara göre dosyanın içeriğine aykırı olmayacak şekilde kimsenin etkisi altında kalmaksızın serbestçe değerlendirecektir.

▪️Boşanmanın ferileri velayet, tazminat ve nafakaya ilişkin ikincil hususlardır. Bu hususlarda anlaşılması durumunda bu anlaşmanın hakim onayına sunulması ve hakimin bu anlaşmayı onaylaması gerekmektedir.

▪️Kural olarak duruşmalar alenidir. Ancak TMK madde 184/6 uyarınca şayet taraflardan birisi duruşmanın gizli yapılmasını talep ederse hakim bu doğrultuda duruşmanın gizli yapılmasına karar verebilir. Bu durum medeni usul hukukunda aleniyet ilkesinin bir istisnasını oluşturmaktadır.

Kanunu inceleyecek olursak: TMK madde 184:

 “Boşanmada yargılama, aşağıdaki kurallar saklı kalmak üzere Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanununa tâbidir:

1. Hâkim, boşanma veya ayrılık davasının dayandığı olguların varlığına vicdanen kanaat getirmedikçe, bunları ispatlanmış sayamaz.

2. Hâkim, bu olgular hakkında gerek re’sen, gerek istem üzerine taraflara yemin öneremez.

3. Tarafların bu konudaki her türlü ikrarları hâkimi bağlamaz.

4. Hâkim, kanıtları serbestçe takdir eder.

5. Boşanma veya ayrılığın fer’î sonuçlarına ilişkin anlaşmalar, hâkim tarafından onaylanmadıkça geçerli olmaz.

6. Hâkim, taraflardan birinin istemi üzerine duruşmanın gizli yapılmasına karar verebilir.”

Yargıtay 2. Hukuk Dairesi 2014/21165k. 2015/9882t. 12.5.2015

“Mahkemece davalı kadına duruşmaya gelip, sorulan sorulara cevap vermediği takdirde başka bir erkekle olan ilişkisini kabul edeceği belirtilerek isticvap davetiyesi çıkarılmış, davalı kadının davetiye tebliğine rağmen gelmemesi sebebiyle bu ilişkinin varlığı kabul edilerek boşanmaya karar verilmiştir. Boşanma davalarında tarafların ikrarı hakimi bağlamaz (TMK. m. 184/3). Açıklanan sebeple bu şekilde isticvap davetiyesi çıkarılması da usul hükümlerine göre doğru değildir.”

Benzer ilginizi çekebilecek yazılarımız;

İzmir Boşanma Avukatı

Adres: Karşıyaka Tower No:12 Kat:9 Daire:59 Karşıyaka/İzmir

E-posta: info@efeshukuk.com

Telefon: +90 553 463 7079

Deprem Nedeni İle İdarenin Sorumluluğu

Deprem Nedeni İle İdarenin Sorumluluğu

Deprem Nedeni İle İdarenin Sorumluluğu – İzmir Avukat

Sağlam binaların yapılmaması halinde insanların yaşamını yitireceği öngörülebilir bir gerçek. Öngörülen durumlar karşısında kişilerin ve kurumların hukuka aykırı hareket etmesini ise hukuk düzeni elbette korumayacaktır. Hukuki sorumluluk kısmında, bu yazımızda deprem nedeni ile idarenin sorumluluğu hususuna değineceğiz.

Depremin ortaya çıkardığı zararlardan dolayı birinci dereceden sorumluluk idareye (devlete) aittir. İdarenin kusur sorumluluğu olduğu gibi kusuru olmadığı durumlarda da deprem nedeni ile idarenin sorumluluğu olduğu görülmektedir. Yani idare, ağır bir hizmet kusuru olmasa bile verdiği zararlardan sorumludur. İdarenin tutum ve davranışlarından, kusurlu olmasa da sorumlu tutulmasına ”kusursuz sorumluluk” denir. Nitekim, 1999 Gölcük depreminde birçok yargı kararı ile idarenin kusuru olmadığı durumda da sorumluluğu yönünde kararlar verilmiştir. Bknz / Danıştay Kararı 11.D., 2007/6248 K.:  ‘’…Deprem kuşağındaki bölgede, deprem gerçeği veri alınarak yerleşmelerle ilgili alanların belirlenmesi, bu alanlarda yapılaşmada idarenin olumsuz eyleminin bulunması durumunda, depremin mücbir sebep olduğunun ve illiyet bağını kestiğinin kabulü olanaksızdır…’’

Deprem nedeni ile idarenin sorumluluğu için idareye karşı açılacak davalar 2577 sayılı Kanunun 13. maddesi gereğince tam yargı davalarıdır. Tam yargı davasının açılma sebebi idari eylemler olduğundan, dava açmadan önce eylemi gerçekleştiren idareye başvurmak zorunludur. Zira 2577 Sayılı Kanuna Göre: ‘İdari eylemlerden hakları ihlal edilmiş olanların idari dava açmadan önce, bu eylemleri yazılı bildirim üzerine veya başka suretle öğrendikleri tarihten itibaren bir yıl ve herhalde eylem tarihinden itibaren beş yıl içinde ilgili idareye başvurarak haklarının yerine getirilmesini istemeleri gereklidir”. Danıştay İçtihatları Birleştirme kararlarına göre de idareye başvurmadan doğrudan dava açması “idarî merci tecavüzü” sayılmakta, davanın her safhasında dava dilekçesinin ilgili merciye tevdiine karar verilmektedir. Bu sebeple dava açmadan önce başvuru yapılması gerektiğini belirtelim.

Belediyeler, vali ve kaymakamlar kendi görev alanlarına giren özel ve resmi tüm yapıların “Afet Bölgelerinde Yapılacak Yapılar Hakkında Yönetmelik” hükümlerine uygun olarak değerlendirme ve denetimini yapmalıdır. Sonuca göre, ilgili Yönetmeliğin öngördüğü şartları karşılamayan yapıların mevzuata uygun hale getirilmesi için üç aylık süre verilmeli ve yapı tekrar kontrol edilmelidir. Hala uygunluğu bulunmayan yapı ve yapı bölümleri yıktırılmalıdır. Afeti önlemeye yönelik yerleşme ve yapılaşmanın sağlanması için yürütülen çalışmalar ve planlamalar nedeniyle kişiler sahip oldukları yapı ruhsatlarının geçersiz sayılamayacağını ve bir kazanılmış hak oluşturduğunu ileri süremeyeceklerdir. Çünkü, yapı ruhsatları sonradan kamu yararına yapılan yeni düzenlemeler karşısında geçerliliklerini yitirebilmektedir. İdarenin bu anlatılan denetim ve değerlendirmeler hususunda zafiyet göstermesi halinde hizmet kusurunun varlığını kabul etmek gerekir. Bu kapsamda depremden ötürü zarar gören kişi, binanın mevzuata aykırı şekilde yapıldığını ispat ettiğinde direkt olarak idarenin kusurunu da tespit etmiş olacaktır.

Konu ile alakalı önemli bir Danıştay kararı aşağıdadır:

“…Deprem kuşağında yer alan bölgede, deprem gerçeğinin bir veri alınması suretiyle yerleşmelerle ilgili alanların belirlenmesi, bu alanlardaki yapılaşmaya ilişkin kararların alınması, uygulanması ve denetlenmesiyle ilgili idari faaliyetlerin bütünündeki olumsuzluklardan oluşan idarenin olumsuz eyleminin bulunması durumunda, depremin mücbir sebep olarak değerlendirilerek zararla illiyet bağını kestiğini kabule olanak bulunmamaktadır. Bu durumda, Mahkemece uğranıldığı ileri sürülen zararın oluşumunda idarenin hizmet kusuru bulunup bulunmadığının değerlendirilmesi sonucu bir karar verilmesi gerekirken depremin mücbir sebep kabul edilerek zararla idari faaliyet arasındaki nedensellik bağının ortadan kalktığı gerekçesiyle davanın reddi yolundaki kararda isabet görülmemiştir…”

Deprem Nedeni İle İdarenin Sorumluluğu Yargılama Süreci

Bir hakkın belli bir süre içinde ileri sürülememesi sebebiyle dava yoluyla elde edilebilme imkânının kalmaması veya kanunda öngörülen sürenin geçmesi sonucu bir hakkın kullanılmasının mümkün olmamasına ‘zamanaşımı süresi’ adı verilir. Deprem nedeniyle zarara uğrayan kişi, deprem nedeni ile idarenin sorumluluğu yoluna başvurmak için bu zararı öğrendiği tarihten itibaren en geç 1 yıl içinde yükümlülüklerini yerine getirmemiş olan idari merciye başvurarak deprem nedeniyle oluşan zararların giderilmesi talebinde bulunur. İdari merciye yapılacak başvuru, her halde 5 yıl içinde yapılmalıdır.

 Zararın giderilmesi için yapılan başvuruya idare, en geç 30 günlük süre içinde bir cevap verir. İdare, zararın kısmen veya tamamen giderilmesi, zararın giderilemeyeceği şeklinde başvurucuya cevaplar verebilir. Ya da 30 günlük sürede hiç cevap vermeyebilir. Cevap vermememe durumu da olumsuz yanıt anlamına gelmektedir. İdarenin verdiği kararın olumsuz olması veya başvuruya cevap verilmemesi halinde, zarara uğrayan kişi, red kararının kendisine ulaştığı ve 30 günlük sürenin dolduğu tarihten sonraki 60 günlük sürede zararının tazmin edilmesi için tam yargı davası açabilir. Deprem nedeniyle oluşan zararların giderilmesi için açılan davalar, idari yargının görev alanına girer. Bu sebeple deprem sonrası zarar oluşması halinde oluşan zararların tazmini için görevli olan mahkeme idare mahkemeleridir. Yetkili mahkemeye ilişkin düzenleme, İYUK madde 36’da yer alır. Maddede belirtildiği üzere, yükümlülüklerini yerine getirmeyerek zararın oluşmasına sebebiyet veren idari merciin bulunduğu yer mahkemesi yetkili olur.

Deprem nedeni ile idarenin sorumluluğunda, deprem nedeniyle uğranılan zararın giderilmesi amacıyla açılan tam yargı davasının kabul edilmesi halinde, kişinin idarenin eylemi nedeniyle zarara uğradığı kesinleşmiş olur. Bu kararla birlikte, zararının ne şekilde giderileceği de ayrıntılı bir şekilde belirtilir. Davanın reddedilmesi halinde kişi zarara uğramış olsa bile bu zararın deprem nedeni ile idarenin sorumluluğu nedeniyle oluşmadığı kesinleşmiş olur. Deprem nedeni ile idarenin sorumluluğu yönünde aynı zarar sebep gösterilerek idareye karşı tekrar dava açılması mümkün değildir.

Devlete Karşı Tazminat Davası Açılabilir Mi?

Devletin deprem nedeniyle ortaya çıkan zararları belli bir çerçevede tazmin yükümlülüğü ve bu kapsamda kişilerin idareye karşı yargı yoluna başvurma hakkı bulunmaktadır. İdari Yargılama Usulü Kanunu’nda düzenlenen idari dava türlerinden biri, idareye karşı açılacak ve tazminat talep edilebilen tam yargı davasıdır. Bu davalar, idarenin eylem veya işlemleri sonucunda ortaya çıkan gerek maddi gerek manevi zararların tazmini için açılabilmektedir. Deprem nedeni ile idarenin sorumluluğu noktasında bu davaları açma hak ve yetkisi, yalnızca idari işlem ve eylemlerden ötürü hakları ihlal edilen kişilere aittir. Kişilik haklarına olan saldırının idare tarafından gerçekleştirilmesi halinde manevi zarar, idare mahkemelerinde tam yargı davası adı altında talep ve dava edilebilir. Mahkemenin manevi tazminat talebini kabul edebilmesi için bir zarar söz konusu olmalı, bu zarar idarenin eylem veya işleminden kaynaklanmalı, ayrıca ortaya çıkan zarar ile idarenin eylem veya işlemi arasında illiyet bağı bulunmalıdır.

Sonuç olarak; Türkiye’nin bir deprem ülkesi olduğu düşünüldüğünde aktif fay hatlarının olduğu birinci derece deprem alanlarına yerleşim yeri izinleri verilmemesi, yerleşim planlarında gerekli özenin gösterilmesi ve gerekli özen gösterilse dahi söz konusu bölgedeki yapıların deprem yönetmeliklerine uygun olarak yapılıp yapılmadığı konusunda gerekli denetimlerin sıkça yapılması gerekmektedir. Her ne kadar depremin mücbir sebep hali olduğu söylense de, ülkemizin coğrafyası göz önüne alındığında depremi mücbir sebep kapsamı altında değerlendirmek ve illiyet bağının idare lehine kesin şekilde kalktığını ifade etmek hakkaniyetle bağdaşmayacaktır. Zira Türk yargısının geçmiş yıllardaki büyük depremler için verdiği kararları da bu yöndedir. Yukarıdaki hususlarda idarenin bir eksikliği söz konusu olduğunda ise, hizmet kusurunun gerçekleşeceğini kabul etmek gerekir.

İlginizi çekebilecek diğer çalışmalarımız;

İzmir Ceza Avukatı

Adres: Karşıyaka Tower No:12 Kat:9 Daire:59 Karşıyaka/İzmir

E-posta: info@efeshukuk.com

Telefon: +90 553 463 7079

Koruyucu Ailelik Nedir?

Koruyucu Ailelik Nedir?

Koruyucu Ailelik Nedir? – İzmir Avukat

Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı, Kahramanmaraş merkezli depremlerin ardından korunma ve bakım ihtiyacı ortaya çıkan çocuklara koruyucu aile olmak isteyenlerin izleyeceği sürece ilişkin açıklamada bulundu. Peki koruyucu aile nedir, aranan şartlar neler?

0-18 yaş aralığındaki herkes kanunlarımıza göre çocuk olarak kabul edilmektedir. Koruyucu ailelik, çeşitli sebeplerle devlet korumasında olup kurumda yaşayan, 0-18 yaş aralığındaki çocuklara sağlanan aile yanında bakım hizmetlerine verilen isimdir. Biyolojik ailesinin yanında yaşamayıp kurumda yaşayan çocuğun, kurum bakımında kalması fiziksel açıdan gelişimi için yararlı olsa da ileriki yaşlarında manevi ve psikolojik yönden birçok olumsuzluklar doğurabilmektedir. Zira çocukların aile çatısı altında birebir ilgi, sevgi ve şefkatin olduğu bir aile yanında büyümesinin fiziksel, duygusal ve psiko-sosyal gelişimi için daha iyi olacağı bilimsel araştırmalarla da sabittir. Koruyucu ailelik düzenlemesi de bu bakımdan, alternatif bir seçenek olup 0-18 yaş arası çocukların gelişimine katkı ve destek amacına yönelik uygulanmaktadır. Koruyucu ailelikte amaç, çocukların kurum ortamı yerine sağlıklı bir aile ortamında büyümesini  sağlamaktır.

Hangi Çocuklar Koruyucu Aile Gözetimine Verilebilir?

Koruyucu aileye verilebilecek çocuğun hukuki anlamda evlat edinilmeye mümkün olmayan çocuklardan olması gerekir. ( İstisnaları mevcuttur)  Bunun anlamı, biyolojik anne ve babası hayatta olan ancak onların yanında kalması uygun olmayan (biyolojik ailenin yaşam tarzları, kötü alışkanlıkları gibi) devlet koruması altında olan çocuklar, uygun görülmeleri halinde koruyucu ailelerle eşleştirilirler. Çocuğun koruyucu aileye yerleştirilmesi için biyolojik anne ve babasından rıza alınmasına gerek yoktur. Koruyucu aile olmak isteyen kişiler, yaşadıkları ildeki Aile Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’nın İl Müdürlüklerindeki koruyucu aile birimine başvurabilirler. Koruyucu ailenin başvurundan sonra gerçekleşen hazırlık süreci ortalama 6 ila 8 aylık bir zaman arasında gerçekleşir.  

Koruyucu Ailelik Süreci Nedir?

Biyolojik ailesi bulunan ve devlet kurumunda bulunan çeşitli nedenlerle evlat edindirilme şansını yitirmiş olan kız ya da erkek, sağlıklı ya da engelli, tek ya da kardeş olup koruyucu aile yanına yerleştirilmeye uygun olduğu belirlenmiş korunma altındaki çocuklar koruyucu aile yanına yerleştirilmektedir. Çocuğun ve ailenin sürece hazırlanabilmesi, aile üyelerinin tanışmaları için ön hazırlık olarak nitelendirilen en az bir ay en çok iki ay süreyle çocuk ve ailenin birbirini daha iyi tanımaları sağlanır. Bu süreç ilk olarak çocuk ve ailenin belirlenen uygun ortamda karşılaştırılması, karşılıklı istek ve sosyal çalışma görevlisinin de uygun görmesi durumunda saatlik, günlük ve haftalık izinlerle, (çarşı izinleri, ev ziyaretleri gibi) çocuğun ve ailenin ev ortamında misafir edilmesi ile devam etmektedir.

Çocuğun koruyucu aile yanında kalma süresi, koruma altına alınma nedenine bağlı olarak değişiklik gösterecektir ancak mevzuatta tanımı ne kadar süreli koruyucu ailelik olarak geçse de, uygulamada süre uygulanmamaktadır. Zira koruyucu ailelik ile kurulan bağ, çok büyük oranda çocuğun kurumdan ayrılmasından sonra dahi devam etmektedir. Koruyucu aile modeli ile çocuklar aile sıcaklığına, ebeveyn ilgisine, sevgisine ve bakımına ve aile ortamında büyüme olanağına kavuşmaktadır. Koruyucu ailelere çocuğun yaşına, sayısına, özel gereksinimine göre değişen koruyucu aile ödemesi yapılır. Aile ile sürekli temas halinde olan kurumdaki sosyal hizmet uzmanı da yaşanabilecek problemlere karşı destek mekanizması görevi görür. Alışma sürecinde çocuğun kişilik özellikleri, cinsiyeti, yaşı ve olgunluk düzeyi göz önüne alınarak özenli davranmaya dikkat etmelidir. Çocuğun eğitiminde geçmiş yaşantılarındaki zorlukları düşünerek tolerans gösterilmelidir. Çocukla ilgili alınacak kararlarda onun da görüşünün alınmasına dikkat edilmelidir.

Ülkemizde TC vatandaşı olup sürekli olarak Türkiye’de ikamet eden, 25-65 yaş aralığında bulunan, en az ilkokul mezunu, düzenli geliri bulunan, evli/bekâr veya çocuklu/çocuksuz herkes (çocuğun biyolojik anne-babası ya da vasisi dışındaki kişiler) koruyucu aile olabilmektedir. Akrabaların koruyucu aile olmak istemesi halinde yapılacak sosyal inceleme sonucuna göre yaş ve eğitim koşulları değerlendirilmektedir.

Bekar kişilerin başvurularında, 30 yaşını doldurmuş olmaları ve yerleştirilecek çocuğa ebeveynin yokluğunu hissettirmeyecek akraba ilişkilerine sahip olmasına önem verilmektedir.

Evlat Edinmeden Farkları Nelerdir?

Koruyucu aileliğin ve evlat edinmenin birbirinden farklı olduğu unutulmamalıdır. Devlet koruması altındaki çocukların statüleri farklılık gösterir. Evlat edinme çocuğun velayet haklarının, evlat edinene mahkeme kararı ile devredilmesidir. Evlat edinme ile çocuğun soy bağı değişir. Koruyucu ailelikte velayet, çocuğun biyolojik ailesindedir. Koruyucu aile modelinde velayet hakkı alınmadığı için çocuğun adı ve soy adı değiştirilemez.  

Koruyucu aile statüsündeki bir çocuğun evlat edinme statüsüne geçebilmesi mümkündür. Koruyucu ailedeki çocuğun biyolojik ailesi rıza verirse, çocuk evlat edinme statüsüne geçer. Koruyucu ailesi ile 1 yıldan uzun süredir birliktelerse, koruyucu ailenin evlat edinme isteği varsa çocuk, evlat edinme sırasındaki ailelerle eşleştirilmez. Eşleştirmede koruyucu aileye öncelik verilir. Çünkü koruyucu aile, Medeni Kanun gereğince 1 yıl bakım süresini gerçekleştirmiş demektir.

Başka bir durum ise, koruyucu ailede yaşayan çocukla biyolojik ailenin uzun süre iletişimde bulunmamış olması, çocuğun 3-5 yıl gibi uzun sürelerle görülmeye gelinmemesi, biyolojik aile ile sağlıklı bir iletişim ortamının bulunmaması halinde koruyucu aile dilekçe ile kuruma statü değişikliği talebinde bulunabilir.   Bu her iki durumda da sosyal hizmet uzmanı ve kurum çocuğun üstün yararınca karar verir.

Çocuk Hangi Durumlarda Koruyucu Aileden Geri Alınır?

  1. Koruyucu ailenin Koruyucu aile yükümlülüklerini yerine getirmemesi,
  2. Çocukla koruyucu aile arasındaki uyumsuzluğun yapılan mesleki çalışmalarla tespiti,
  3. Koruyucu ailenin çocuğa istenilen şekilde bakmadığının tespit edilmesi,
  4. Çocuğun koruyucu aileye yerleştirilme nedeninin ortadan kalkması,
  5. Koruyucu ailenin herhangi bir nedenle koruyucu aile olmaktan vazgeçmesi hallerinde sosyal hizmet uzmanı tarafından hazırlan sosyal inceleme raporu ile Koruyucu Aile Komisyonuna bildirilir. Koruyucu Aile Sözleşmesi iptal edilerek çocuk aileden geri alınır. Komisyonca koruyucu aile statüsü iptal edilen aileye bir daha çocuk verilmez.

Her çocuğun aile yanında büyümesi bir haktır ve bu hak temelde Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi’nde ardından da ülkemizdeki kanunlarla güvence altına alınmıştır. Çocukların aile yanında büyüme hakkını göz önünde bulundurarak koruyucu ailelik ve evlat edinme hizmetlerinin bilinirliğinin artırılması, toplumsal bilincin oluşturulması gerekmektedir. 

Benzer ilginizi çekebilecek yazılarımız;

İzmir Boşanma Avukatı

Adres: Karşıyaka Tower No:12 Kat:9 Daire:59 Karşıyaka/İzmir

E-posta: info@efeshukuk.com

Telefon: +90 553 463 7079

Depremzede İşçilerin Hakları

Depremzede İşçilerin Hakları

Depremzede İşçilerin Hakları – İzmir Avukat

Ne yaşadığımız felaketin ne de içerisinde olduğumuz üzüntünün tarifi mümkün değil. Kaybedilen yaşamların veya geride bırakılanların telafisi söz konusu dahi olamaz. Bu yazıya öncelikle aile ve yakınlarını kaybedenlerden başsağlığı dileyerek başlamak istiyorum.

İçerisinde bulunduğumuz şu birkaç günde başka bir konuda düşünmek veya konuşmak elbet pek mümkün değil. Bu sebep ile siz değerli okuyuculara faydalı olabileceğini düşündüğümüz depremden kaynaklı birtakım haklardan ve yasal süreçlerden bahsetmeye karar verdik.

Deprem sebebi ile çalışan işe gitmez ise işveren iş akdini feshedebilir mi?

Deprem sebebi ile çalışanların işe gidememesi halinde, burada işçinin meşru bir mazereti olduğu kabul edilir. İşverenler tarafından devamsızlık sebebi ile çalışanın iş akdinin feshedilmesi söz konusu değildir. Çıkartılması halinde bu iş akdinin feshi haksız ve geçersizdir.

İşyerinin deprem sebebi ile yıkılması veya hasar görmesi halinde iş ilişkisi sona erer mi?

İş Kanunu kapsamında işyerinde işin bir haftadan uzun süre ile durmasını gerektirecek, işyerinin yıkılması veya ağır hasar alması gibi bir zorlayıcı sebep ortaya çıkarsa çalışanlar iş ilişkisini haklı neden ile feshederek, işçilik alacaklarına hak kazanabilir Bu işin durmuş olduğu bir haftalık süre boyunca işveren çalışanlara her gün için yarım günlük ücret vermekle yükümlüdür. Çalışanların iş ilişkisini bu sebep ile feshetmeleri halinde kıdem tazminatına hak kazanır; fakat ihbar tazminatına hak kazanamazlar.

Deprem nedeniyle işveren işçiyi işten çıkarabilir mi?

İş Kanunu kapsamında;

  1. İşçiyi işyerinde bir haftadan uzun süre ile çalışmaktan alıkoyan zorlayıcı bir sebebin varlığı halinde işveren iş sözleşmesini, işçinin kıdem tazminatını ödemek sureti ile sona erdirebilir.
  2. İşçinin deprem nedeniyle geçirdiği hastalık veya kaza sebebi ile ihbar süresini 6 hafta aşan süre ile çalışamaz hale gelmesi durumunda da kıdem tazminatını ödemek sureti ile iş akdini feshedebilir.
  3. Son olarak deprem sebebi ile ekonomik olarak zarar gören işveren işletmesel sebepler ile ihbar ve kıdem tazminatını ödemek sureti ile iş akdini feshedebilir.

Ölüm izni nedir?

Yasal mevzuatımız kapsamında özel sektörde çalışan işçilerin ana veya babasının, eşinin, kardeşinin, çocuğunun ölümü hâlinde üç gün süre ile ücretli izin verilecek olduğu düzenlenmiştir. Toplu iş sözleşmeleri ve kamu kurumlarında çalışan devlet memurları için bu süre daha uzun düzenlenmiş olabilir.

Depremden zarar gören işyerinde çalışmak zorunlu mu?

Hayır, işverenlerin işçi ve işyerinin güvenliği sağlama yükümlülüğü söz konusudur. Bu kapsamda çalışanların güvenli olmayan binalarda çalışmama hakkı mevcuttur. İşçilerin hasarlı binalarda çalışmasını istemek, iş sağlığı ve güvenliği hükümlerine açıkça aykırılık teşkil etmektedir.

Depreme işyerinde yakalanmış olunması nedeniyle yaralanma veya ölüm halinde bu iş kazası sayılır mı?

Deprem sırasında çalışan işyerinde ise veya işverenin işini yapıyor iken depreme yakalanmış ise ve deprem neticesinde yaralanılmış veya vefat edilmiş olması halinde bu durum iş kazası sayılmaktadır. Çünkü iş yerinde veya işin yapılışı esnasında geçirilen kaza, işverenin kusuru olup olmamasından bağımsız olarak iş kazasıdır.

Ölüm tazminatı nedir?

İşveren, işçinin sağ kalan eşine ve ergin olmayan çocuklarına, yoksa bakmakla yükümlü olduğu kişilere, ölüm gününden başlayarak bir aylık; hizmet ilişkisi beş yıldan uzun bir süre devam etmişse, iki aylık ücret tutarında bir ödeme yapmakla yükümlüdür. Bu nedenle işveren vefat eden çalışanın sağ kalan eşine ve ergin olmayan çocuklarına, bunlar yoksa bakmakla yükümlü olduğu kişilere, çalıştığı işyeri tarafından ölüm tazminatı adı altında bir tazminat ödemekle yükümlüdür. Ayrıca vefat eden çalışanın kıdemi 1 yılı geçmiş ise kıdem tazminatının da çalışanın mirasçılarına ödenmesi yasal zorunluluktur.

Kaynak: İş Kanunu, Çağdaş Hukukçular Derneği Bilgi Notu

İş Hukuku Kapsamında Hazırladığımız Diğer Çalışmalarımız;

İzmir İş Avukatı

Adres: Karşıyaka Tower No:12 Kat:9 Daire:59 Karşıyaka/İzmir

E-posta: info@efeshukuk.com

Telefon: +90 553 463 7079

Konutlardaki Ayıplardan Ötürü Tüketicinin Hakları

Konutlardaki Ayıplardan Ötürü Tüketicinin Hakları

Konutlardaki Ayıplardan Ötürü Tüketicinin Hakları – İzmir Avukat

Ayıplı Mal Nedir?

Geçtiğimiz günlerde yaşanan şiddetleri deprem felaketleri neticesinde birçok yeni binanın da yıkıldığı ve ağır hasarlar almış olduğunu sıklıkla duymaktayız. Özellikle müteahhitlerden veya bu mahiyetteki şirketlerden tüketiciler tarafından konut satın alınması halinde bu gibi olaylarda Tüketicinin Korunması Hakkında Kanun (TKHK) hükümleri uygulama alanı bulacaktır.

Ayıplı mal, tüketiciye teslimi anında, taraflarca kararlaştırılmış olan örnek ya da modele uygun olmaması ya da objektif olarak sahip olması gereken özellikleri taşımaması nedeniyle sözleşmeye aykırı olan mal olarak tanımlanmıştır. Bir deprem ülkesi olan ülkemizde, ilgili deprem mevzuatına aykırı olarak inşa edilen binaların da sahip olması gereken objektif özellikleri taşımadığı şüphesizdir.

Müteahhit Ne Kadar Süre Sorumlu?

TKHK kapsamında taşınmazlarda bulunan ayıplardan ötürü satıcıların 5 (beş) yıl boyunca sorumluluk devam eder. Burada binada meydana gelen ayıplara ilişkin olarak beş yıl süre ile müteahhidin sorumluluğuna gidilebilir. Fakat, söz konusu ayıp, ağır kusur ya da hile ile gizlenmişse zamanaşımı hükümleri uygulanmaz. İlgili yönetmeliklere aykırı inşa edilen yapılar için de işinin ehli dürüst bir müteahhit tarafından yapılmaması gereken kusur ve ihmaller neticesinde inşa edilmiş binalar için ağır kusurdan bahsedilmesi gerekmektedir.

Müteahhitin Sorumluluğunu Sözleşme İle Sınırlandırılması

Ayrıca taraflar arasında bir yazılı sözleşme ile müteahhidin veya satıcının sorumlulukları kısıtlanmış olsa dahi TKHK ve Haksız Şart Yönetmeliği kapsamında çok yüksek bir ihtimal bunlar yazılmamış sayılacaktır. Haksız şarta ilişkin yasal düzenlemeler kapsamında tüketicinin haklarını tek taraflı kısıtlayan ve aradaki ilişkiyi zedeleyecek nitelikteki maddeler kanun kapsamında yazılmamış kabul edilecektir.

Tüketicinin Hakları Nelerdir?

Tüketici, ayıplı mal ile karşılaşması halinde kanunda ona tanınan seçimlik haklarını kullanabilir. Bunlar; a) Satılanı geri vermeye hazır olduğunu bildirerek sözleşmeden dönme, b) Satılanı alıkoyup ayıp oranında satış bedelinden indirim isteme, c) Aşırı bir masraf gerektirmediği takdirde, bütün masrafları satıcıya ait olmak üzere satılanın ücretsiz onarılmasını isteme, ç) İmkân varsa, satılanın ayıpsız bir misli ile değiştirilmesini isteme şeklinde kanunda sayılmıştır.

Zorunlu Arabuluculuk Başvurusu

66.000-TL’nin üzerinde kalan yasal uyuşmazlıklarda tüketici tarafından öncelikle arabuluculuğa başvuru şartı getirilmiş olup; arabulucuya başvuru yapılmaksızın dava açılması halinde davanın reddine karar verilecektir. Günümüz ekonomisinde, herhangi bir konutun bu parasal sınıra takılmaması pek olası değil. Dolayısıyla deprem sebebi ile zarar gören konuta ilişkin tüketici mahkemelerinde bir dava açılacak ise öncelikle arabuluculuğa başvurulması gerektiğini önemle hatırlatırız.

6502 Sayılı Tüketicinin Korunması Hakkında Kanun (TKHK) kapsamında hazırlamış olduğumuz diğer yazılarımız için;

Adres: Karşıyaka Tower No:12 Kat:9 Daire:59 Karşıyaka/İzmir

E-posta: info@efeshukuk.com

Telefon: +90 553 463 7079

Vasinin Görevleri Nelerdir?

Vasinin Görevleri Nelerdir? – İzmir Avukat

Vasi, en basit tanımı ile velayet altında bulunmayan küçüklerin, sulh hukuk mahkemesi tarafından alınan karar ile kısıtlanmış kişilerin, bir yıl ve daha uzun süre hapis cezası almış kişilerin mal varlığını ve kişilik haklarını korumak ve yönetmek amacı ile atanan kişidir. Bu durumda kişinin tek başına vasinin onayı veya icazeti olmadan yaptığı işlemler geçersizdir ve bu durumda iyiniyetli üçüncü kişilerin dahi iyi niyeti korunmaz. Yargıtay da sık sık kararlarında bu durumu dile getirmektedir. Vesayet ilişkisi kanunda gözetilen bazı hallerde mahkeme tarafından re’sen gözetilirken bazı hallerde başvuru ile mahkeme atamaktadır.

Vasi kanunda öngörülen vesayet organlarından biridir. Türk Medeni Kanunu’na göre vesayet organları vesayet daireleri ile vasi ve kayyımlardır. Vasi, kural olarak iki yıl için atanır. Vesayet makamı, bu süreyi her defasında ikişer yıl uzatabilir. Dört yıl dolunca vasi, vasilikten kaçınma hakkını kullanabilir. Vasi olan kişinin, Sulh hukuk mahkemesince atanan kişinin görev ve sorumlulukları yerine getirmesi gerekmektedir. Vasinin görevleri başlığı altında hukuki ve sosyal olarak vesayet altına alınan kişilerin korunması ve hukuki haklarını kullanabilmesi için birden çok madde sıralamak mümkündür.

Vasinin Görevleri Nelerdir?

Vasi olarak atanan kişinin en önemli görevi vesayeti altındaki kişinin menfaatlerini korumaktır.

Vasi tayin edilen kişi vesayet altında bulunan kişinin mal varlığı ile ilgili bir kayıt defteri tutmak zorundadır. Eğer kişinin herhangi bir mal varlığı bulunmuyorsa defter tutulma zorunluluğu yoktur. Vasinin görevlerinden biri yılda en az bir kez vesayet makamına bilgi vermektir.

Vasi Bazı Görevlerini Yerine Getirirken Mutlak Süratte Vesayet Makamından İzin Almak Zorundadır. Bu Görevler;

  1. Taşınmazların alım ve satımı,
  2. Vesayet altındaki kişinin borç verme borç alma, sahibi olduğu bir eşyanın bir kişiye ödünç verilmesi, Çek veya senetle borçlanma, kira sözleşmesi yapma, miras paylaşılması ve miras devri, hayat sigortası yaptırma,
  3. Vesayet altındaki kişinin eğitim, bakım ve sağlık kurumlarından herhangi birine yerleştirilmesi,
  4. Vesayet altındaki kişinin yerleşim yerinin değiştirilmesidir.

Vasi Bazı Durumlarda Vesayet Makamının İzniyle Beraber Denetim Makamından Da İzin Almak Zorundadır. Bu Durumlar;

  1. Vasisi olduğu kişinin evlat edinilmesi,
  2. Bir ülkeye ait vatandaşlığa giriş ve çıkış,
  3. Miras kabulü ya da miras reddinin yapılması,
  4. Vesayet altındaki küçüğün ergin sayılmasıdır.

Vasinin Görevleri Detaylı Olarak İncelenecek Olursa :

Defter Tutma :Vasiliğe atanma kararının kesinleşmesi üzerine vasi ile vesayet makamının görevlendireceği bir kişi tarafından ilk olarak derhal yönetilecek malvarlığının defteri tutulur. Vesayet altındaki kişi ayırt etme gücüne sahipse defter tutulurken hazır bulundurulur. Koşullar gerektirdiği takdirde denetim makamı, vasi ve vesayet makamının isteği üzerine vesayet altındaki kişinin malvarlığının resmî defterinin tutulmasına karar verebilir. Bu defter, mirastaki resmî defterin alacaklılara karşı doğurduğu sonuçları doğurur ve oradaki usul uyarınca tutulur.

Değerli Şeylerin Saklanması :Kıymetli evrak, değerli eşya, önemli belge ve benzerleri, malvarlığının yönetimi bakımından bir sakınca yoksa vesayet makamının gözetimi altında güvenli bir yere konulur.

Taşınırların Satılması : Vasinin görevlerinden biri de vesayet altındaki kişinin menfaati gerektirirse değerli şeylerin dışındaki taşınırlar, vesayet makamının vereceği talimat uyarınca, açık artırma ile sattırılmasıdır. Hâkim, özel durumları taşınırın niteliğini veya değerinin azlığını göz önüne alarak pazarlıkla satışa da karar verebilir. Vesayet altındaki kişinin kendisi veya ailesi için özel bir değer taşıyan şeyler zorunluluk olmadıkça satılamaz. Yine aynı şekilde özel tüketim vergisinden muaf (ÖTV) araç alınması sıkça karşımıza çıkmaktadır. Engelli veya kısıtlı bireylerin yakınları bu haktan yararlanmaktadırlar. 5 yıl sonunda ÖTV’den muaf şekilde satılabilecek bu araçlar için Mahkeme’den yani vesayet makamından izin almak gerekecektir.   Yani engelli aracı satışı için mahkemeden izin alınması ve mahkemenin belirleyeceği usulde satış yapılması yasal bir zorunluluktur. Ayrıca araç satışı yapıldıktan sonra tahsil edilen araç bedeli de kısıtlı kişinin mal varlığında kalacak ve yakınları tarafından serbestçe kullanılamayacaktır.

Paraların Yatırılması : Vesayet altındaki kişinin kendisi veya malvarlığının yönetimi için gerekli olmayan paralar, faiz getirmek üzere, vesayet makamı tarafından belirlenen millî bir bankaya yatırılır veya Hazine tarafından çıkarılan menkul kıymetlere çevrilir. Paranın yatırılmasını bir aydan fazla geciktiren vasi, faiz kaybını ödemekle yükümlüdür.

Ticarî Ve Sınaî İşletmeler: Vesayet altındaki kişinin malvarlığı içinde ticarî, sınaî veya benzeri bir işletme varsa; vesayet makamı, bunların işletilmesinin devamı veya tasfiyesi için gerekli talimatı verir.

Taşınmazların Satılması: Taşınmazların satışı, vesayet makamının talimatı uyarınca ve ancak vesayet altındaki kişinin menfaati gerekli kıldığı hâllerde mümkündür. Satış, vesayet makamının bu iş için görevlendireceği bir kişi tarafından vasi de hazır olduğu hâlde açık artırmayla yapılır ve ihale vesayet makamının onamasıyla tamam olur; onamaya ilişkin kararın ihale gününden başlayarak on gün içinde verilmesi gerekir. Ancak denetim makamı, istisnaî olarak özel durumları, taşınmazın niteliğini veya değerinin azlığını göz önüne alarak pazarlıkla satışa da karar verebilir.

Özen Yükümlülüğü: Vasinin görevlerinden biri, vesayet altına alınan kişinin bakımı ve eğitimi için gereken önlemleri almaktır.  Koruma amacıyla özgürlüğün kısıtlanması , küçüklerin koruma amacıyla bir kuruma yerleştirilmesine vasinin başvurusu üzerine vesayet makamı veya gecikmesinde sakınca bulunan hâllerde bizzat vasi karar verir ve durumu derhâl vesayet makamına bildirir. Bunun dışında usul ve yetkiyle ilgili konularda kısıtlı olsun veya olmasın erginlerin korunması amacıyla özgürlüklerinin kısıtlanmasına ilişkin hükümler uygulanır. Vasi, kısıtlıyı korumak ve bütün kişisel işlerinde ona yardım etmekle yükümlüdür. Gecikmesinde sakınca bulunan hâllerde vasi, koruma amacıyla özgürlüğün kısıtlanmasına ilişkin hükümlere göre kısıtlıyı bir kuruma yerleştirebilir veya orada alıkoyabilir ve durumu derhal vesayet makamına bildirir.

Temsil Yükümlülüğü:  Vesayet dairelerinin yetkilerine ilişkin hükümler saklı kalmak kaydıyla vasi, vesayet altındaki kişiyi bütün hukukî işlemlerinde temsil eder. Vesayet altındaki kişi adına kefil olmak, vakıf kurmak ve önemli bağışlarda bulunmak yasaktır. Vesayet altındaki kişi görüşlerini oluşturma ve açıklama yeteneğine sahipse, vasi önemli işlerde karar vermeden önce olanak ölçüsünde, onun görüşünü almakla yükümlüdür. Vesayet altındaki kişinin işi uygun bulmuş olması vasiyi sorumluluktan kurtarmaz.

Meslek veya Sanat : Vesayet altındaki kişiye vesayet makamı tarafından bir meslek veya sanatın yürütülmesi için izin verilmiş ise, o kişi bununla ilgili her türlü olağan işlemleri yapmaya yetkilidir ve bu tür işlemlerden dolayı bütün malvarlığı ile sorumludur.

Yönetim Ve Hesap Tutma Yükümlülüğü:  Vasi, vesayet altındaki kişinin malvarlığını iyi bir yönetici gibi özenle yönetmek zorundadır. Vasi, yönetimle ilgili hesap tutmak ve vesayet makamının belirlediği tarihlerde ve her halde yılda bir defa hesabı onun incelemesine sunmakla yükümlüdür. Vesayet altındaki kişi görüşlerini oluşturma ve açıklama yeteneğine sahip ise, hesabın hâkim tarafından incelenmesi sırasında olanak ölçüsünde hazır bulundurulur. Vesayet altındaki kişi, kendi tasarrufuna bırakılmış olan mallar ile vasinin izniyle çalışarak kazandığı malları serbestçe yönetir ve kullanır.

Vasilik Görevinden Alınma

Bazı durumlarda vasinin görevleri sona erer. Ayırt etme gücüne sahip olan vesayet altındaki kişi veya her ilgili, vasinin görevden alınmasını isteyebilir. Vasi atamada olduğu gibi vasinin görevden alınması görevi vesayet makamına aittir. Vasinin görevini yapmakta yetersizliği sebebiyle vesayet altındaki kişinin menfaatleri tehlikeye düşerse, vesayet makamı kusuru olmasa bile vasiyi görevden alabilir. Görevden alınmayı gerektiren sebebin varlığını başka bir yoldan öğrenen vesayet makamı, vasiyi re’sen görevden almakla yükümlüdür.

TMK’nın 483.maddesine göre vasinin görevden alınma nedenleri;

1. Görevini ağır surette savsaklaması,

2. Yetkilerini kötüye kullanması,

3. Güveni sarsıcı davranışlarda bulunması,

4. Borç ödemede acze düşmesi

5. Araştırma ve uyarıdır. Başvuru üzerine veya resen harekete geçen vesayet makamı TMK’nın 484. maddesine göre görevden alma işleminden önce, gerekli araştırmayı yapmalı ve vasiyi dinlemelidir. Ancak yaptığı araştırmadan sonra ağır olmayan hallerde görevden almak yerine vasiye görevden alınacağı konusunda uyarıda bulunulur.

Gecikmesinde tehlike bulunan hallerde vasiye geçici olarak işten el çektirilip bir kayyım atanabileceği gibi; gerekirse muhtemel zararı göz önünde bulundurarak vasinin mallarına ihtiyati haciz koyabilir ve tutuklanması da istenebilir. Görevden almak ve uyarıda bulunmanın tanı sıra, vesayet altındaki kişinin korunması için gerekli diğer önlemler de alınmaktadır.

Görevi sona eren vasi, yönetimle ilgili son raporu ve kesin hesabı vesayet makamına vermekle yükümlü olduğu gibi; malvarlığını vesayet altındaki kişiye, mirasçılarına veya yeni vasiye teslim edilmek üzere hazır bulundurmak zorundadır. Son rapor ve kesin hesap belli zamanlarda verilen rapor ve hesaplar gibi vesayet makamı tarafından incelenir ve onaylanır. Son rapor ve kesin hesap onaylandıktan ve malvarlığı vesayet altındaki kişiye, mirasçılarına veya yeni vasiye teslim edildikten sonra, vesayet makamı vasinin görevinin sona erdiğine karar verir. Vesayet makamı, son rapor ve kesin hesabın onaylanması veya reddi konusundaki kararı ile birlikte kesin hesabı vesayet altındaki kişiye, mirasçılarına veya yeni vasiye, tazminat davası açma hakları bulunduğunu da belirtmek suretiyle tebliğ eder. Bu tebliğde vasinin görevine son verildiği de belirtilir.

Vasinin Görevleri İle İlgili Yargıtay Kararları

(Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E. 2015/7092 K. 2016/1757 T. 9.2.2016)

“…4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 483. maddesi; vasinin görevini ağır surette savsaklaması, yetkilerini kötüye kullanması veya güven sarsıcı davranışlarda bulunması ya da borç ödemeden acze düşmesi halinde vesayet makamınca görevden alınacağını, 488. maddesi de; vesayet makamının kararlarına karşı 10 gün içerisinde denetim makamına itiraz edilebileceğini hükme bağlamıştır. Aynı Kanunun 397. maddesinde belirtilen denetim makamı görevi ise asliye hukuk mahkemesine aittir. Vasinin görevden alınıp yeni vasi atanmasına yönelik vesayet makamı kararlarına karşı temyiz yoluna başvurulamayacağından…”

(Yargıtay 2. Hukuk Dairesi E. 2005/12717 K. 2005/15257 T. 3.6.2005)

…Kısıtlı, vesayet makamına verdiği dilekçesi ile aynı zamanda hakkın da verilmiş bulunan kısıtlama kararının Türk Medeni Kanununun 474. maddesi gereğince kaldırılmasını da istemiştir. Akıl hastalığı veya akıl zayıflığı yüzünden kısıtlanmış kişi üzerindeki vesayetin kaldırılmasına, ancak kısıt lama sebebinin ortadan kalkmış olduğunun resmi sağlık kurulu raporu ile belirlenmesi halinde karar verilebilir. (TMK 474) Bu bakımdan kısıtlının bu talebinin, duruşmalı incelenmesi ve kısıtlama sebebinin ortadan kalkıp kalkmadığının resmi sağlık kurulu raporu ile belirlenmesi ve hasıl olacak sonuç uyarınca olumlu-olumsuz karar verilmesi gerekirken…”

(Yargıtay 2. Hukuk Dairesi 1999/2617 E. 1999/4992 K. )

Vasinin Türk Medeni Kanunun Velayet ve Miras Hükümlerinin Uygulanmasına Dair Tüzüğün 21. ve müteakip maddelerinde gösterilen süreler içinde hesap verme yükümlülüğünü yerine getirmesi gerekir. Aksi takdirde Medeni Kanunun 427. Maddesindeki (4721 sayılı Medeni Kanun’a göre 483. Madde) şartlar oluşacağından vasinin azline karar verilmesi gerekir.” Denilerek bu süre içerisinde hesap veremeyen vasinin azledilmesi gerektiği kanaatine varılmıştır.

(Yargıtay 2. Hukuk Dairesi 30.11.2005 tarihli 2005/13065 E. 2005/16632 K.)

“… İlgililer, vesayet makamının kararlarına karşı, tebliğ gününden başlayarak on gün içinde denetim makamına itiraz edebilirler. Denetim makamı, gerektiğinde duruşmada yaparak bu itirazları karara bağlar. Denetim makamının kararı kesin niteliktedir.” şeklinde denetim makamının kararlarının kesinliği kabul edilmiştir.

Benzer ilginizi çekebilecek yazılarımız;

İzmir Boşanma Avukatı

Adres: Karşıyaka Tower No:12 Kat:9 Daire:59 Karşıyaka/İzmir

E-posta: info@efeshukuk.com

Telefon: +90 553 463 7079

Vasi Tayini Gerektiren Durumlar

Vasi Tayini Gerektiren Durumlar – İzmir Avukat

Vasi, kısıtlıların veya velisi olmayan küçüklerin menfaatlerini korumak üzere mahkemenin tayin ettiği kişidir. Mahkeme genelde vesayet altına alınacak kişinin eşini, yakınını veya onların seçeceği kişiyi vasi tayin eder. Vasi, kişinin hak ve menfaatlerini koruma yükümlülüğüyle onların adına hukuki işlemler yapmakla, haklarını korumakla yükümlüdür.

Vasi tayini gerektiren durumlar ise kanunda belirtilmiştir. Buna göre: 18 yaşından küçük olup kimsenin velayeti altında olmayan, (Türk Medeni Kanunu’na göre velayet altında bulunmayan her küçük vesayet altına alınır.) Akıl hastalığı ya da akıl zayıflığı olan kişiler, alkol ya da uyuşturucu bağımlısı olan, kötü yaşam tarzına sahip ve mal varlığını kötüye kullanan kişiler, bir yıl ve üzeri bir sürede özgürlüğü kısıtlayıcı cezaya mahkum olmuş kişiler, kişinin isteği üzerine olmak şartıyla yaşlılık, engellilik ve ağır hastalığı olanlar vesayet altına alınacak kişiler olarak belirlenmiştir. Bazı durumlarda da mahkeme tarafından kişiye kısıtlılık kararı verilebilir. Bu kararı mahkeme re’sen alabileceği gibi kişinin talebi üzerine kısıtlılık kararı alabilir. Bu haller de yine kanunda sayılıdır. İnceleyecek olursak:

1. Akıl Hastalığı Veya Akıl Zayıflığı Sebebi İle Vasi Tayini Gerektiren Durumlar

TMK’nın 405/1. maddesine göre; “Akıl hastalığı veya akıl zayıflığı sebebiyle işlerini göremeyen veya korunması ve bakımı için kendisine sürekli yardım gereken ya da başkalarının güvenliğini tehlikeye sokan her ergin kısıtlanır.” denmektedir. Akıl hastalığı veya akıl zayıflığı nedenleriyle kısıtlamaya karar verilebilmesi için akıl hastalığı veya akıl zayıflığının resmi sağlık kurulu raporu kanıtlanmış olması koşuldur. Hâkim, kısıtlamaya ilişkin karar vermeden önce, kurul raporunu göz önünde tutarak kısıtlanması istenilen kişiyi dinleyebilir.

Söz konusu kanuna göre kişinin sadece akıl hastası veya akıl zayıflığı olması kısıtlama kararı için tek başına yeterli olmamakta ayrıca kişinin akıl hastalığı veya zayıflığı yönünden işlerini görememesi veya koruma ve bakım için başka birine ihtiyaç duyması ya da söz konusu durum yüzünden başkalarının güvenliğini tehlikeye sokması gerekir.

2. Savurganlık, Alkol Veya Uyuşturucu Madde Bağımlılığı, Kötü Yaşama Tarzı, Kötü Yönetim Sebebi İle Vasi Tayini Gerektiren Durumlar

Türk Medeni Kanunu’na göre Savurganlığı, alkol veya uyuşturucu Madde bağımlılığı, kötü yaşama tarzı veya malvarlığını kötü yönetmesi sebebiyle kendisini veya ailesini darlık veya yoksulluğa düşürme tehlikesine yol açan ve bu yüzden devamlı korunmaya ve bakıma muhtaç olan ya da başkalarının güvenliğini tehdit eden her ergin kısıtlanır.

Söz konusu kanuna göre yine kişinin savurganlığı, alkol veya uyuşturucu madde kullanımı ya da malvarlığını kötü yönetmesi tek başına kısıtlılık kararı verilmesi için gereken şart değildir. Ayrıca kişinin bu yaşam biçimi yüzünden kendisini veya ailesini darlığa, yoksulluğa düşürme tehlikesi bulunmalıdır.

TMK madde 409’a göre, bir kimse dinlenilmeden savurganlığı, malvarlığının kötü yönetimi sebebiyle kısıtlanamaz. Görüldüğü üzere TMK’nın emredici hükmü gereği savurganlık ya da malvarlığının kötü yönetimi nedeniyle kısıtlı adayı dinlenmeden bu kişi hakkında kısıtlama kararı verilemez.

3. Özgürlüğü Bağlayıcı Ceza Sonucu Vasi Tayini Gerektiren Durumlar

Ceza mahkûmiyetinin önemli sonuçlarından biri, kişiyi maruz bıraktığı kısıtlılık hâlidir. 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 407. maddesine göre, bir yıl veya daha fazla süreli bir hapis cezasına mahkûm edilmiş olan her ergin kısıtlanır. Kısıtlama; ergin olan ve velayet altında bulunmayan bir kişinin fiil ehliyetinin, kanunda yer alan sebeplere dayalı olarak, mahkeme kararıyla sınırlandırılmasıdır. Kısıtlama kararı tam ehliyetli kişinin ehliyetini sınırlandırır ve onu sınırlı ehliyetsiz hâle getirir. Bir yıl veya daha uzun süreli bir hapis cezasına mahkûm edilmiş olan erginlerin kısıtlanmalarının temelinde, onları ceza infaz kurumlarında bulundukları sırada denetim altında tutmak ve yine bu sırada onların maddi ve manevi çıkarlarını korumak gayeleri yatmaktadır. Bir yıl veya daha fazla hapis cezasına mahkum olmak kısıtlama sebebidir. Hangi cezadan olursa olsun bir yıldan fazla özgürlüğü bağlayıcı bir ceza alınması sonucu kişinin fiil ehliyeti kısıtlanır.

4. İstek Üzerine Vasi Tayini Gerektiren Durumlar

Yaşlılığı, engelliliği, deneyimsizliği veya ağır hastalığı sebebiyle işlerini gerektiği gibi yönetemediğini ispat eden her ergin mahkemeden hakkında kısıtlama kararının alınmasını isteyebilir. (Yaşlılarda ve özellikle alzheimer, demans gibi hastalıklara sahip olduklarında başkalarına muhtaç ve kendi işlerini gereği gibi yönetemediği zaman kısıtlanması talepli dava açılabilir. Mahkeme tarafından kişinin kısıtlanmasına dair gerek olup olmadığına dair değerlendirme yapılacak ve tam teşekküllü bir hastaneden sağlık kurulu raporu alınması talebinde bulunacaktır.)

Vasi tayini gerektiren durumlarda, kanunun ilgili hükümlerine göre vesayet altına alınması istenen kişinin dinlenilmesine, sağlık raporu alınmasına karar verilir. Kısıtlama kararı, kesinleşince hemen kısıtlının yerleşim yeri ile nüfusa kayıtlı olduğu yerde ilân olunur.

Vasi Tayini Gerektiren Durumlar İlgili Yargıtay Kararları :

(Yargıtay 2. Hukuk Dairesi 2016/8231 Esas, 2017/13790 Karar) :

Aile mahkemesi sıfatıyla görülen boşanma davasında karar verilmiş, hüküm davalı erkek tarafından temyiz edilmiştir. Yargıtay tarafından gerçekleştirilen dosya incelemesinde davalının ağır ceza mahkemesinde uyuşturucu veya uyarıcı madde imal ve ticareti suçundan 8 yıl hapis cezası ile cezalandırılmasına karar verildiğini tespit etmiştir. İlgili karar kesinleşmiş olduğundan cezaevinde hükümlü olduğu anlaşılmıştır. Türk Medeni Kanunu’nun 407. maddesine göre 1 yıl veya uzun süreli özgürlüğü bağlayıcı cezaya mahkum olan erginin kısıtlanır hükmünü haiz olduğundan davalıyı temsil etmek üzere vasi atanması için vesayet makamına ihbarda bulunulması gerektiği belirtilmiştir. Mahkemenin usule aykırı olması nedeniyle bozma yönünde karar verilmiştir.

(Yargıtay 2. Hukuk Dairesi 2016/1035 Esas, 2017/5510 Karar)

Taraflar arasında dava görülmüş, mahkeme tarafından kurulan hükme karşılık davalı kadın tarafından temyiz başvurusunda bulunulmuştur. Mahkeme tarafından hastaneden alınan raporda davalı kadının sınır zekası düzeyinde zekasının bulunduğu ve herhangi bir akıl hastalığı olmadığından vasi tayini gerekmediği belirtildiği, yasal danışmanın uygun olduğuna dair karar verildiği tespit edilmiştir. Yargıtay, mahkemenin kurmuş olduğu hükmü hukuka aykırı olduğunu tespit etmiştir. Davalı kadına yasal danışman atanması için süre verilmeden, yasal danışman atanmasına ilişkin karar dosyaya alınmadan verilen hüküm hakkında bozma kararı vermiştir.

(Yargıtay 2. Hukuk Dairesi 2017/1280 Esas, 2017/5315 Karar)

Büyükbaba, torunun annesine karşı dava açmış, çocuğa sert davrandığını ve velayetinin kaldırılarak vasi olarak kendisinin atanmasına karar verilmesini, verilmez ise çocukla arasında kişisel ilişki tesis edilmesi talebinde bulunmuştur. Mahkeme tarafından dava reddedilmiş, karara karşılık davacı tarafından temyiz başvurusunda bulunulmuştur. Yargıtay, mahkeme tarafından çocuk ile anne arasında menfaat çatışması olması nedeniyle çocukları davada temsil etmek amacıyla kayyım atanması için yetkili vesayet makamına ihbarda bulunması gerektiğini belirtmiştir. Kayyımın delillerinin toplanması ve tüm delillerle birlikte değerlendirilmesi hasıl olduğu belirterek eksik hasım ve eksik inceleme ile kurulması nedeniyle bozma karar verilmiştir.

Benzer ilginizi çekebilecek yazılarımız;

İzmir Boşanma Avukatı

Adres: Karşıyaka Tower No:12 Kat:9 Daire:59 Karşıyaka/İzmir

E-posta: info@efeshukuk.com

Telefon: +90 553 463 7079

Çekin İptali Davası

Çekin İptali Davası

Çekin İptali Davası – İzmir Avukat

Çek Nedir?

Çek, ticari hayatta sıkça kullanılan, yeni girişimcilerin de tahsilat ve ödeme işlemlerini düzenlemek için yararlanabileceği bir evraktır. Kısacası çek sık kullanılan bir ödeme aracıdır.

Zayi Ne Demek?

Çekin zayi olması, çekin kullanılamaz hale gelmesi veya çek sahibinin iradesi dışında elden çıkması anlamına gelmektedir. Örneğin, çekin kaybolması, çekin çalınması, gasp edilmesi, çekin yanması, çekin yırtılması, içeriğinin okunamayacak derecede zarar görmesi, sel ve deprem gibi doğal afetler sonucunda çekin yok olması gibi durumlarda çekin zayi olması söz konusudur.

 Zayi Halinde Başvurulabilecek Kanuni Yollar

Çekin zayi olması halinde iptal edilmesine ilişkin başvurulabilecek kanuni yollar, 6102 sayılı Türk Ticaret Kanunu(“TTK” ’nın) 818/1-s maddesinin açık yollamasıyla poliçenin iptaline aynı Kanun’un 757 ilâ 763. maddeleri ile 764/1. maddesinde yer verilen kurallardır.

1. Çekin İptali Davası Açılması: İradesi dışında çeki elinden çıkan lehtar veya cirantaların başvurabileceği ilk yol, TTK’nın 757. maddesinde öngörülen ödeme veya hamilin yerleşim yerindeki asliye ticaret mahkemesi nezdinde çekin iptali için dava açılmasıdır.

2. Çekin İstirdadını İsteme Davası Açılması: Çekin zayi olması halinde eğer çeki elinde bulunduran kişi biliniyorsa bu kişiye karşı çekin iadesi (istirdat) davası açılabilir.

3. Menfi Tespit Davası Açılması: İptal davası ve ödeme yasağına ilişkin dava açma hakkı bulunmayan keşidecinin başvurabileceği en önemli hukuksal yollardan birisi, menfi tespit davası açmaktır. Söz konusu davada, keşideci ancak çeki kötü niyetli olarak ele geçiren (bilerek borçlunun zararına hareket eden) hamile karşı borcunun bulunmadığının tespitini isteyebilir. 

4. Çekten Cayma : Çek elinden rızası hilafına çıkan keşidecinin sahip olduğu haklardan birisi de TTK’nın 799. maddesinde düzenlenen çekten cayma kurumudur. Buna göre, çek elinden rızası dışında çıkan keşideci, çekin ibraz süresi geçtikten sonra çekten cayabilir.

5. Çeki Haksız Olarak Ele Geçirenler Hakkında Suç Duyurusunda Bulunma: Uygulamada, çekin özellikle çalınma veya kaybolması gibi durumlarda çek elinden çıkan kişi tarafından faillerin bulunması amacıyla Cumhuriyet Savcılıklarına suç duyurusunda bulunulmakta ve bu suç duyurusu açılacak çek iptali davalarında bir delil olarak kullanılmaktadır.

Çekin İptali Davası

İradesi dışında çeki elinden çıkan lehtar veya cirantaların başvurabileceği ilk yol, TTK’nın 757. maddesinde öngörülen ödeme veya hamilin yerleşim yerindeki asliye ticaret mahkemesi nezdinde çekin iptali için dava açılmasıdır. Madde metnindeki çek (poliçe) elinden kişinin dava açabileceği şeklindeki ibareden keşidecinin de mahkemeye başvuruda bulunabileceği gibi bir anlam çıkmakta ise de Yargıtay, keşidecinin çekin iptali davası açamayacağına karar vermektedir. Ancak, Yargıtay bu gibi hallerde keşidecinin menfi tespit davası açma hakkının bulunduğunu da ifade etmektedir.

Çekin kaybolması, çalınması, gasp edilmesi gibi hallerden kaynaklı iptal davalarında, çekin 3. kişilerin eline geçmesi ve bankaya ibraz edilmesi tehlikesi bulunduğundan dolayı, bu gibi hallerde iptal davasında TTK’nın 757/1. maddesi uyarınca, muhatap bankanın çeki ödemekten men edilmesi de ihtiyati tedbir olarak istenmelidir. Madde metninde ödeme yasağı tedbirine hükmedilmesi için teminat yatırılması gerektiğine ilişkin açık bir hüküm bulunmamakla birlikte, uygulamada mahkemelerce çek bedelinin %5 ile %15’i arasında değişen miktarlarda teminat yatırılması istenmektedir. Buna karşılık, çekin yanma, yırtılma gibi sebeplerle zayi olması halinde çekin 3. kişilerin eline geçme ihtimali bulunmadığından bu gibi durumlarda mahkemeden ödeme yasağı talep edilmesine gerek olmayacaktır. Mahkemece ödeme yasağına hükmedilmiş ve bu karar keşideciye tebliğ olunmasına rağmen hamile ödemede bulunan keşideci, TTK m. 646/2 gereği, hile veya ağır kusuru nedeniyle borcundan kurtulmuş sayılmayacağından iptal kararı hamiline tekrardan ifada bulunmak zorunda kalacaktır.  Kaldı ki, ödeme yasağı kararı verilmemiş olsa dahi borçlu, hileli veya ağır kusurlu bir şekilde üçüncü kişiye ödemede bulunursa, karar hamiline haksız fiil hükümlerine göre ödemede bulunmak zorundadır. Ödeme yasağı kararının tebliğinden sonra ödemede bulunan muhatap bankanın sorumluluğu doğacaktır ve muhatap banka, haksız fiil hükümlerine göre (TBK m. 49 vd.) sorumlu olacaktır. TTK’nın 759/1. maddesinin açık hükmü uyarınca, iptal davası ancak çeki eline geçiren kişinin bilinmemesi halinde açılabilir. Bu nedenle, dava hasımsız olarak açılmalıdır.

İptal davası açma yolunun seçilmesiyle birlikte vadesi gelmemiş olsa da ihtiyati bir tedbir olarak çeke ilişkin ödeme yasağı konulması talep edilmelidir. Uygulamada mahkemeler tarafından çeke ilişkin ödeme yasağı koymak için çek değerinin %15 oranında teminat talep edilmektedir. Alınacak tedbir kararıyla birlikte ilk aşamada çeke ilişkin risk ortadan kalkacaktır. Dava sonucunda da mahkeme tarafından çekin iptaline karar verildiğinde çek artık resmen iptal edilmiş olacaktır. Dava açılmaya karar verilmesi halinde çekin vade tarihi gelmeden işbu dava açılmalıdır. Vade tarihi geçen çeke ilişkin iptal davası açıldığında ödeme yasağına ilişkin bir tedbir kararı alınması mümkün olmayacak ve dava sonuçlanıp çek iptal edilene kadar risk devam edecektir. Uygulamada çek iptal davası masraflı bir yol olarak gözükse de hak sahibine tam koruma sağlaması sebebiyle çok daha fazla tercih edilmektedir. Ayrıca belirtmek gerekir ki, hasımsız olarak açılan çek iptal davası sonrasında mahkeme tarafından Ticaret Sicili Gazetesi’nde çekin kayıp olduğuna ilişkin ilanlar yayınlanır. İlandan önce veya sonra iptal kararı verilmeden bahse konu kayıp çek mahkemeye sunulursa ya da sunulmasa bile çeki elinde bulunduran kişi ortaya çıkarsa, dava istirdat davasına dönüşür ve mahkeme tarafından davacıya istirdat davası açması için süre verilir.

Çekin İptali Davasının Hukuki Sonuçları

Çekin iptali davası ile ilk olarak, iptal kararını alan kişinin hak sahipliğinin teşhisine imkan tanımasıdır. İptal kararı alan davacı, çek olmadan hakkını talep edebilme veya yeni bir çek verilmesini talep etme hakkına kavuşur. Bununla birlikte, iptal davası bir tespit davası niteliğini haiz olduğundan sadece senedin zayi olduğunu tespit eder. Dolayısıyla ortada bir eda davası bulunmadığından, karar lehine olan kişinin ilamların icrası yoluyla takip yapabilmesi mümkün değildir.

Çekin iptali davası  ile ikinci olarak iptale konu çekin teşhis fonksiyonunun ortadan kalkmasıdır. Bu kararla birlikte, borçlunun (keşidecinin) çekin hamili olarak gözüken kişiye ödeme yapma zorunluluğu ortadan kalkar. Çeki elinde bulunduran hamil iyiniyetli bile olsa artık keşideciye elinde bulunan çeke dayalı olarak başvurabilme hakkını kaybeder. Zira, iptal kararıyla birlikte zayi olan çekin hak sahipliğini teşhis işlevi ortadan kalkmıştır. İptal kararının bu sonucu, olumsuz sonuç olarak isimlendirilmektedir (Şaban Kayıhan, Kıymetli Evrak Hukuk, 7. Baskı, Seçkin Yayıncılık, Ankara, 2020, s. 90).

Mahkemece verilen bu karar maddi hukuk anlamında kesin hüküm teşkil etmez. Maddi hukuk yönünden mevcut hukuki durum aynen devam eder. İptal kararı, hakkın varlığına, içeriğine ve bu hak üzerindeki tasarruf yetkisine tesir etmez . İptal kararı, maddi anlamda kesin hüküm teşkil etmediği için karar uyarınca kendisine başvurulan kişi, çekten doğan tüm defileri ileri sürebilecektir. İptal kararı, maddi hukuk yönünden etkili değildir. Bu nedenle senet zilyedi üçüncü kişinin hukuki durumunda değişiklik yaratmaz. Çünkü, iyi niyetin korunması, iptal kararı ile sınırlandırılmamıştır. İptal kararı, sadece borçluya hamile ödeme yapma zorunluluğunu ortadan kaldırır, hamilin maddi anlamda bir alacağının bulunmadığını göstermez. Başka bir deyişle, çeki elinde bulunduran üçüncü kişinin hakkının sona erdiği ve onun yerine davacının hak sahibi olduğu sonucuna varılamaz. Böyle bir durumda, iyiniyetli hamilin başvurabileceği yol, iptal kararının iptali için bir dava açmak olmalıdır.

Senet iptal edilmiş fakat borçlu henüz ifada bulunmamış ve borçlu karar elinde bulunan kişiye yeni bir çek vermişse, iyiniyetli üçüncü kişi borçlu ile karar hamiline karşı istihkak davası açabilecektir. Buna karşılık, borçlu (keşideci) karar hamiline ödemede bulunmuşsa iyiniyetli üçüncü kişi ödemeyi alan tarafa karşı sebepsiz zenginleşme davası açabilir.

Borçlu (keşideci), iptal kararına istinaden iptal kararını ibraz eden karar hamiline ifada bulunmuşsa ve bu ödeme de TTK m. 646/1 ve m. 710/3’e uygunsa (hile veya ağır kusur yoksa), borcundan kurtulacaktır. Bu halde, senede zilyet olan iyiniyetli üçüncü kişi, borçluya karşı değil, karar hamiline karşı iptal kararının iptali istemiyle dava açacak ve iptal kararı alan karar hamilinin meşru hak sahibi olmadığını kanıtlamak suretiyle çek bedelini geri alabilecektir.

Sonuç olarak, artık borçlu olan kişinin alacaklı hamile karşı bir ödemede bulunma zorunluluğu bulunmayacaktır. Bu karar sonucunda, karar lehine olan kişi hakkını senetsiz (çeksiz) olarak talep edebilir. Bir başka ifadeyle, iptal kararı karar lehine olan kimsenin çeki ibraz etmeden hak sahibi olarak kabul edilmesine veya yeni bir çek düzenlenmesini talep etme imkanını sağlar. Borçlu iptal kararına güvenerek kararı alan kişiye ödeme yapmakla borcundan kurtulur. Ancak, yukarıda belirtildiği üzere, iyi niyetli üçüncü kişilerin iptal kararının iptali veya sebepsiz zenginleşme gibi davalarla gerçekten alacaklı olduklarını ispat etme hakları bulunmaktadır.

İlginizi çekebilecek benzer çalışmalarımız;

Adres: Karşıyaka Tower No:12 Kat:9 Daire:59 Karşıyaka/İzmir

E-posta: info@efeshukuk.com

Telefon: +90 553 463 7079